Önce biraz yakın tarih bilgimizi tazeleyelim:
– Lübnan’da 15 yıl süren iç savaş, arkada 200 bin ölü bıraktı. 1982’de Cumhurbaşkanı seçilen Ketaib Partisi Lideri Beşir Cemayel de bir suikasta kurban gitti. Bunu fırsat bilen Falanjist paramiliter güçler, Filistinli mültecilerin yaşadığı Sabra ve Şatilla kamplarını kuşattı. Ardından içlerinde çocuk, kadın ve yaşlıların da olduğu 2 bini aşkın mülteci katledildi. Toplu kıyım üç gün sürmüştü. Oysa adı geçen kamplar, uluslararası sözleşmelere göre koruma altındaydı (!) Kaldı ki, İsrail ordusunun gözetiminde gerçekleşen bu katliamı ne Birleşmiş Milletler (BM) ne de bağlı devletler durdurmaya yeltenmişti. Aradan geçen bunca yıla rağmen katliama dair doğru dürüst bir yargılamanın yapılmadığını da not düşelim.
– 1992 yılında Yugoslavya’nın düşmesinin ardından iç savaş ve etnik çatışmalar bu kez Balkanlara sıçradı. Bölgede dahli olan emperyalistler, “barış” adı altında savaşı daha da körüklediler. Durumdan yararlanan faşist-milliyetçi Sırp birlikler sivil katliamlara giriştiler. BM 6 bölgeyi “güvenli bölge” ilan etti. Bunlardan bir tanesi de Srebrenitsa’ydı. 24 bin nüfusa sahip Srebrenitsa’da sayı sığınmacılarla birlikte 60 bine çıktı. Zamanla açlık ve hastalık baş gösterdi. Ekrana yansıyan dikenli teller ve “yürüyen canlı iskeletler” toplama kampını andırıyordu. Buradaki komuta Hollandalı askerlere verilmişti. Ve ne acıdır ki kent bir gecede Sırp infaz mangalarına teslim edildi! BM barış gücüne bağlı askerler güya “bombalanma korkusuyla” Srebrenitsa’yı terk etmişler, sivilleri katliamcı çetelerin önüne bırakmışlardı. Finalde en az 8 bin Bosnalı hunharca katledildi. BM, sonrasında bunu bir soykırım olarak tanımak zorunda kaldı.
Dolayısıyla…
Bugün Suriye’de ya da dünyanın bir başka bölgesinde, mülteciler için ne zaman bir “güvenli bölge” gündeme gelse (yahut getirilse); kırk defa düşünüp bir defa konuşmakta fayda var.
***
Türkiye, Fırat’ın doğusunda 500 kilometre boyunca uzanan bir hattın “güvenli bölge” olarak ilan edilmesinde ABD ile anlaşmış görünüyor. Ayrıntılarda pazarlıklar devam etse de genel plan böyle.
Tıpkı bir satranç oyunu gibi, Suriye masasında oynanan her bir hamlenin aslında “saha hakimiyeti” için yapıldığı sır değil. Ama daha vahimi; bu son hamlede, 4 milyon mültecinin bir oyun taşı olarak ileri sürülmesi!
ABD ile birlikte oluşturulacağı söylenen ve sonrasında birlikte “korunacağı” iddia edilen bu bölgelerin, Suriyeli mültecilerin de menfaatine olduğu propaganda ediliyor. Ama öncelikle mülteciler buna inanmıyor. Büyük çoğunluk can güvenliği korkusu yaşıyor. Mülteciler sokağa çıkmamak, atölyelere kapanmak pahasına “geri gönderilmek”ten kaçıyor. Bir dönemdir içerde mültecilere uygulanan sıkı tedbir ve operasyonlar da endişeyi artıyor.
Kaldı ki mülteciler, Suriye’nin, vesayet savaşları yoluyla kevgire dönmesinde Rusya ve ABD’yi de doğrudan sorumlu tutuyorlar. Bu nedenle ne ABD ne de Rusya mültecilerin güvencesi değil.
***
Ama yine de Türkiye’de…
Fırat’ın doğusunda ABD’nin, batısında ise Rusya’nın savaş arabasına binmemizi salık veren sesler çoğalmaya başladı: hem sağdan hem ‘sol’dan!
Gerekçeleri ise gayet basit: “Bölge gerçekliği bunu gerektiriyor, ne yapalım?”
Bu seslerin birleştiği ortak küme ise bizden “reel politika” adına emperyalist çözümlere entegre olmamızı istiyor.
Aynı koronun, ABD patentli “güvenli bölgelere” sunduğu desteğin bir diğer gerekçesi ise Suriyeli mültecilerden “kurtulma” vaadi! Zaten hakim siyasi erk de bunu gördüğü için “Suriyelileri göndereceğiz” söylemini daha sık kullanıyor.
Yani…
Bir dönemdir Suriyeli mülteciler üzerinden kışkırtılan nefret hareketi; ulusalcı, Kemalist çevrelerle birlikte kimi sol, demokratik, ilerici çevrelerin bile antiemperyalist pozisyonlarını dağıtmış durumda.
Önceden “mazlumları kurtarmak için” mültecilere kapı açtığını iddia eden ama gerçek hesabı Esad rejiminin altındaki halıyı çekmek olan AKP iktidarı, bu kez aynı demagojiyi “mazlumları güvenli bölgelere geri göndermek” şeklinde formüle ediyor. Peşine takamadıklarını ise “mültecilerden kurtulmak” masalıyla uyutuyor. Aslında neo-Osmanlıcılığın yeni versiyonu bu.
Özcesi…
Mültecilere yaklaşım, gelinen yerde antiemperyalist mücadelenin de turnusol kağıdı oldu. Hem “yurtsever” olduğunu iddia edeceksin hem de “mültecilerden kurtulmak” adına AKP-ABD ya da AKP-Rusya planlarını alkışlayacaksın! Buna “yurtseverlik” diyen beri gelsin…
***
Sonuç…
İç savaş gerilimi altında, emperyalist çatışmaların merkez noktasında ve çok menzilli silahların gölgesinde kurulacak hiçbir yapı, mültecilerin kalıcı güvenliğini sağlayamaz. Sağladığı iddia edilse bile mülteciler oraya zorla gönderilemez, sokulamaz.
Nitekim Türkiye, 24 Ağustos 1951’de imzaladığı mülteci hukukuna dair uluslararası sözleşmede şu taahhüttün altına imza atmıştır: “Madde 33: 1- Hiçbir Taraf Devlet, bir mülteciyi, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü, tehdit altında olacak ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade etmeyecektir…”
Peki, mültecilerin dönüş koşullarının sağlanması için (zorla geri gönderilmesi değil ama) esas olan şey nedir?
Elbette bölge barışının sağlanmasıdır, emperyalistlerin kuyruğuna takılarak macera peşinde koşmak değil. Bu da ancak halkların kardeşliğine dayanan ve emperyalizmden arındırılmış bir Suriye ile mümkün olabilir.
Yani, halklar arasında savaş değil barış, “güvenli bölge” değil emperyalizmden arındırılmış demokratik ve güvenli Suriye, güvenli Ortadoğu! Türkiye’nin geleceğini de mültecilerin güvenliğini de sağlama alacak kalıcı çözüm buradadır.
“İyi de bu vakte kadar 4 milyon Suriyeli mülteci ne olacak?” diye sorulabilir.
Türkiye, başta BM, taraf devletler ve AB’yi de sorumluluk içine alacak (dolayısıyla yükü dağıtacak) mülteci hakları ve mülteci statüsüne odaklanmalıdır.
***
Şu son dakika haberlerine bakar mısınız:
“İdlib’e düzenlenen saldırılarda 20 sivil yaralandı, 124 bin sivilin Türkiye-Suriye sınırına doğru göç ettiği kaydedildi…”
Hal bu iken, kimi hangi güvenli bölgeye göndereceksiniz?
19 Ağustos 2019
https://www.evrensel.net/yazi/84577/guvenli-bolgeler-ne-kadar-guvenli