Geçtiğimiz günlerde, Bir Gün gazetesinde Ebru Çelik imzalı bir haber yayınlandı. İstanbul Beyoğlu’nda tekstil atölyesi sahibi Erol Aslan konuşuyor:
-Artan üretim maliyetleri, dolar kuru baskısı ve iç piyasa daralması büyük üreticileri Mısır, Bangladeş ve Pakistan gibi ülkelere yönlendiriyor.
-Firmalar usta başlarını bile Mısır’a gönderiyor.
-Türkiye’den Rusya ve Polonya’ya gönderilen tekstil ürünleri bile Mısır’da üretiliyor.
-Yerli işçi bulmak neredeyse imkansız. Bir atölyede 10 kişi varsa, 5’i yabancı, Suriyeliler, Türkmenler, Afganistanlılar! Eskiden Moğol işçiler vardı, şimdi daha çok Afgan ve Türkmen çalışanlar var.
Tekstil sektörünün emek, sermaye dünyasının göçmen işçi transferinin neye doğru gittiğini anlamak bakımından mühim notlar. Büyük fotoğrafa bakmak için üzerinde çalışmaya değer.
İkinci el makine pazarının doğuşu
1990’lı yıllar İstanbul başta olmak üzere tekstil üretim sektöründe zirve yapan yıllardı. Büyük fabrikaların yanında apartman diplerinde türemiş sayısız atölye ortaya çıktı. Fason sistemi patlama yaptı. Tekstilde işçi emeği çok ucuzdu. Sigorta ve güvenceden yoksundu. Kadın ve çocuk emeği yoğun biçimde atölyelere çekildi. Parçabaşı üretim evlere kadar girdi. Anadolu yoksullarının iç göçü devasa bir yedek işçi ordusu demekti. Çatışmalı süreçte köy boşaltmalar nedeniyle yüz binlerce Kürt batı kentlerine yöneliyordu. Tekstil borcu vazisi için atılımın yedek iş gücü geliyordu. Sektörde makine siparişleri kadar tedarik, bakım, onarım endüstrisi de yeni bir pazar alanı açmıştı. Kesim, dikim, ütü makineleri çoğunlukla AB ülkelerinden sağlanıyordu. Ticaret hacminin yüzde altmışını AB sahasıyla sağlayan Türkiye, marka dikimine de başladı. Buna çakma markalar da dahildi. AB adeta “ben sana makine satayım sen de o makineden çıkan ürünleri kapat” diyordu. Yani üretim araçlarını merkez kapitalist ülkeler, tüketim araçlarını da Türkiye gibi az gelişmiş ülkeler sağlıyordu.
Bugüne dek tekstilde ekonomik krizler yaşandı. Birçok firma ve atölye kapandı. Sermaye ya sektör değiştirdi ya da yatırımı yurt dışına kaydırdı. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bavul ticareti ve göçmen işçi transferi geldi. Türkiye göç yollarında transit bir ülkeydi zaten. Irak, Afganistan, İran ve Suriye’deki gelişmeler mülteci patlamasına neden oldu. Krize çare geçici de olsa bulunmuştu. Yerli/yurttaş işçinin aldığı ücretin yarısından azına çalışacak devasa bir işçi ordusu geliyordu. Türkiye’de “sıfır makineler” kadar “ikinci el makine pazarı” doğuyordu. Büyük firmalar küçüklere, onlar da atölyelere yıpranmış ya da eski sürüm makineleri satıyordu. İkinci el makine komisyoncuları mantar gibi türüyordu. Dolayısıyla tekstilde her çırpınış ya da ayağa kalkış serüveni iç ve dış göçle gelen ucuz emek gücüne, bununla birlikte birinci ve ikinci el makinelerin “göçüne”, devinimine dayanır.
Mısıra kaçış
Ucuz emek ve istihdam gücü bulmak hep dış ülkelerden beklenen göçmenler değildir. Modern köle, iş gücünün kaynak ülkesine fabrika kurmak da bir seçenektir. Suriye savaşı sonrasında sadece mülteciler değil, sermaye ve makineler de kaçırıldı. Zengin sınıflar ilk kaçanlardı. Türkiye ile Suriye şirket ortaklığı sayısı giderek arttı ve 10 bini aştı. Özcesi, mülteci/göçmen işçiler kadar onların sırtından inmeyen sermaye sahipleri ve beraberinde taşıdıkları makineler, sınırları aşan bir devinime sahipler.
Devinimin bu yeni aşamasında şimdi rota mısıra kaymış görünüyor. Zira Mısır’daki işçi maliyeti Türkiye’den ucuz. Vergi yükü daha az, mal tarifleri de kolay. Mal transferi de kolay. Bu durumda Türkiye’deki tekstil firmaları makinelerin yanında işi götürmüyor. En fazla ustabaşıları transfer ediyorlar. Körfez, Sahraaltı Afrika, Filistin ve Kuzey Afrika ülkelerinden Mısır’a akan (AB’ye geçmek üzere) mülteciler de tekstil üretimi için yedek iş gücü olarak görünüyor. Tekstilde küçük değil, büyük patronlar Mısır’a gidebilir. Mısır onlar için sadece bir model. Arkasından Pakistan, Bangladeş ve Suriye’de yatırımlar gelebilir. Suriye’nin yeniden inşasının büyük bir gündemi de budur. Türkiye-Suriye ortaklığı şirketler yanlarına Suriyeli mülteci işçilerin bir bölümünü alarak Suriye’de tekstil kentler inşa edebilir. Fakat Suriye planı orta vadeli, Mısır kadar kolay değil. Siyasi taşlar oturmadan burjuvazi kolay yatırım yapmaz.
Yerli ve milli dedikleri
Hükümet katından, sanayi ve ticaret odalarından yeni “kalkınma” çağrıları geliyor. Türkiye 100 yılı mottosu “yerli ve milli ekonomi” söylemine bina ediliyor. “Aile yılı” ilanıyla “3 çocuk yapın” deniyor. Bangladeş, Pakistan ve Afrika ülkelerinden “yabancı işçi alımı” için yasal düzenleme isteniyor. Oysa sermaye yatırımları bir yandan yurt dışına kayıyor. “Yerli işçilere” çoktan sırt döndüler. Eğer Suriyeli-Mısırlı işçiler kadar düşük ücret alırlarsa başta edilecekler. Aksi halde makineler, en fazla ustabaşılar transfer edilmeye devam edecek. Sermaye sınır tanımıyor. O halde Mısırlı işçinin, oraya Türkiye’den götürülen ustabaşının, sonra Sahraaltı Afrika’dan Mısır’a giden göçmen işçinin, Afyon, Afgan, Türkmen ya da Suriyeli emekçilerin, en nihayetinde Türkiye’de çalışan yerli işçilerin arasında neden sınırlar olsun?
Sermaye, makineler, işçiler sınırlar aşan ve sürekli yer değiştiren bir devinime sokulmuşlarsa eğer, uluslararası işçiler kendi birliğini neden sağlamasın? Makinelerin sınırlar aşan ve elips bir daire halinde dönen güç göçleri küresel boyutla da yeni bir evreye giriyor. Trump’ın 2 Nisan kararnamesi bunun en somut kanıtı. Üstelik imza törenine otomobil işçilerini de çağırmış. Trump’ın rakip ülkelere mesajı özetle şöyle: “Ya fabrikalarınızı ABD topraklarına taşırsınız ya da size yüksek vergiler koyarım.” Trump göçmen düşmanlığına devam ederken düzenli sözleşmeli göçmen işçileri ABD’ye davet ediyor. Öyle anlaşılıyor ki ABD işçi sınıfına Çin koşulları dayatılacak. Göçmen işçiler yine rekabet gücü olarak kullanılacak.
Fabrikalar, makineler göçerken dünya ve Türkiye’de emek sömürüsü rejimi yeni bir iznenin eşiğinde. Mücadele birliği ve deneyimlerin göçü makinelerin göçü ile birlikte taşınır, bunu unutmayalım.