Suriye dış politikasındaki krizin ve İdlip’te yaşanan asker ölümlerinin ardından AKP Hükümeti, Avrupa sınır kapılarını sığınmacı geçişine kapatmayacağını açıkladı. Bu hamle hem Suriye’deki krizi hem de Türkiye’nin uzun dönemdir karşı karşıya kaldığı “mülteci krizi”ni Avrupa’ya yayma hamlesiydi. AB’yi bu süreçte Suriye sahasında siyasi bir taraf ve mülteci pazarlığında ekonomik destekçi yapmak da bu taktiğin bir parçasıydı.
Ne var ki, Edirne sınır kapısında ve Ege kıyılarında yaşanan mülteci/göçmen hareketliliği beklenen etkiyi göstermedi. Yunanistan’ın sert müdahalesi ve AB’nin mültecilere karşı yeni “güvenlik sınavı” da görece başarı kazandı. Türkiye’nin mülteci kartının eskisi kadar güçlü olmadığı da AB tarafından politik argüman olarak kullanılmaya başlandı.
Bu süreçte sınıra en çok giden/yönlendirilenler Suriyeliler değil daha çok Afganistan, Pakistan, İran, Irak ve Afrika ülkelerinden gelen göçmenlerdi. Suriyelilerin oranı yüzde 10-20 civarında kaldı. Dolayısıyla arzu edilen rakam harekete geçirilememiş oldu. Peki neden böyle oldu?
Bir karşılaştırma yapmak gerekirse; sınırların açılacağına dair benzer bir söylenti 2015 yılında gündeme gelmişti. O zaman sınır kapısına bugünkünden çok daha kitlesel bir yığılma yaşanmıştı. Edirne E-5 yolu kilometrelerce yürüyen mültecilerle dolmuştu. Sınıra yönelen mültecilerin esas kitlesi ise Suriyelilerden oluşuyordu. Ama sonuçta 2015’te de kapılar açılmadı. Kandırıldıklarını ve AB ile Türkiye arasında bir pazarlık kozu olarak kullanıldıklarını düşünen Suriyeliler o zaman düş kırıklığına uğradılar ve geldikleri illere ya da ülkelere geri döndüler. 2015 tecrübesine sahip Suriyeliler bu sefer sınır kapısının açılacağı beyanlarına temkinli yaklaştı ve çağrılara icabet etmedi. Sınıra giden çok az sayıdaki Suriyeli ise ya 2015 deneyimine sahip olmayan gençlerden ya da Türkiye’ye 2015’ten sonra gelen tecrübesizlerden oluşuyordu.
2020’de sınıra yönelen esas çoğunluk Suriyelilerden sonra Türkiye’ye gelen, genellikle kaydı bulunmayan, yerleşik hayata tutunamayan, “en alttakilerin de en alttakileri” diye tabir edebileceğimiz göçmenlerdi.
EN ALTTAKİLER YER DEĞİŞTİYOR
Bu durum aslında bir başka gerçekliğe de işaret ediyor. Zira Türkiye’de en kalabalık mülteci nüfusu halen Suriyelilere ait olmakla birlikte, özellikle Afganistan, Pakistan, Bangladeş, İran ve Irak’tan gelen muazzam ve sessiz bir göç hareketine tanıklık ediyoruz. Dolayısıyla Türkiye’de sıkışıp kalan göçmen/mülteci nüfusu giderek çok uluslaşıyor. Hep sıcak çatışma ve savaşlarla anılan ve böylece kapsamı daraltılmış olan mültecilik/göçmenlik konusu, özü ekonomik göçe ve sınıfsal çelişkilere dayanan aslında çok daha büyük bir dalganın üzerinde seyrediyor. Bugün dünya üzerinde en az 272 milyon göçmen ve 163 milyon göçmen işçiden söz ediliyor. Edirne sınırında boy gösteren son göç hareketi de bunun Türkiye ayağını göstermiş oldu.
Bu tablo Türkiye’de son 9 yıldır mülteci ve göçmen katmanların yaşadığı dönüşümün de bir işareti. Şöyle ki; Türkiye’de statü sahibi olamadıkları için tek taraflı entegrasyonu zorlayan Suriyeliler, bu dönem içinde kentlerde yerleşik hayata geçmeyi belirli ölçüde başardı. Dil ve meslek edinme avantajı diğer göçmenlere göre onları bir adım öne çıkardı. Mülteci statüsünün hepten askıya alınması gibi dezavantajlar getirse de “Geçici Koruma” kapsamında kimlik sahibi olmaları Suriyelilere, diğer göçmenlere nazaran yerleşik hayata daha hızlı geçme avantajı sağladı.
Hatırlarsak 2011 yılında başlayan göç sonrasında hızla proleterleşen Suriyeli mülteciler, uzun yıllar Türkiye’de “alt işler” diye tabir edilen vasıfsız işlerde çalıştı. İlk dönemde yarı ücrete ve daha fazla mesaiye kalarak çalıştırılan Suriyeli işçiler zaman içinde (bütünüyle olmasa da) yerli işçilerle aradaki makası daralttı. Elbette bütün bu gelişme daha çok merdiven altı üretim diye tabir edilen kayıt dışı sektörlerde gerçekleşti. Zira 1.4 milyon Suriyeli işçi içinde çalışma izni alabilen sayı en nihayetinde 32 bin civarında kaldı. AB ile imzalanan “Geri Kabul Antlaşması”, doğu ve güney sınıra örülen duvarlar, sertleşen mülteci yasaları nedeniyle Türkiye’de sıkışıp kalan Suriyeli mültecilerin yerleşik hayata adaptasyon süreci de belirli ölçüde hızlanmış oldu. İşte bu aşamada Afganistan, Pakistan, Bangladeş gibi ülkelerden gelen yeni göçmen kitleleri “alt işler”deki boşluğun tamamlanmasında kullanıldı. Afgan işçiler tarım, hayvancılık ve inşaat sektörüne sürülürken Pakistanlılar geri dönüşüm, taşımacılık, tekstil vb. işlerde boşluk doldurdu.
SİYASAL AKIMLAR, SENDİKALAR BU DURUMA NE DİYOR?
Türkiye bugün uygulanan sermaye programı nedeniyle ekonomik krizin cenderesine sıkışmış durumda. Bu durumun atlatılmasında Türkiye burjuvazisi, göçmen emeği transferini bir fırsat olarak gördü ve mülteci işçileri iş piyasasında yerli işçilerle rekabet unsuru olan bir baskı gücü haline getirdi. Örgütsüz ve sendikasız hale getirilen iş kollarında, düşük ücretler nedeniyle boşalan sektörlerde yaşanan boşluk mülteci işçilerle dolduruldu. Bütün bu süreç aynı zamanda ırkçılığın, milliyetçiliğin ve şovenizmin işçileri bölmek için devreye sokulduğu bir propaganda faaliyetiyle birlikte örüldü. İşçi sınıfı uluslararası sınıf kardeşleri olan göçmen işçilerle birleşmek ve burjuvaziye karşı birlikte mücadele etmek yerine, daha çok sermayenin bölücü siyasal akımlarının etkisi altında kaldı. Fransa’da kayıtsız göçmen işçilerin genel greve katılması ve Türkiye’de saya direnişi gibi örnekler ise işçi sınıfına tutulacak yolu gösterdi, gösteriyor.
Bugün Türkiye’de mültecilere ve göçmen emeğine bakışta sendikaları ve siyasi partileri etkisi altında tutan başlıca üç eğilimden söz edebiliriz:
- Mültecileri “ümmet kardeşliği”, “din kardeşliği” şemsiyesi altında toplamaya çalışan egemen siyaset. Ki bunu en çok milliyetçi/muhafazar (AKP-MHP) iktidar bloku yapıyor. Bu propaganda yurttaşlarla mültecileri ya da özelde yerli işçilerle göçmen işçileri eşit haklar temelinde ele almak yerine; onları eski Osmanlı’dan gelen ve yeni Osmanlıcı ideolojide vuku bulan bir tebaa toplumu olarak görüyor. Böylece hak talep etmeyen, minnet ve biat duygusunun esareti altında olan bir “misafirler” topluluğu yaratılmak isteniyor. Bu akımın sendikal alandaki temsilcisi ise iktidar partilerinin arkasında kümelenen HAK-İŞ sendikasında cisimleşiyor. HAK-İŞ’in söylemi de işçilerin din kardeşliğinden öteye geçmiyor.
- Türklüğün çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve “Adriyatik’ten Çin seddine Türklerin fetih kardeşliği”ni savunan milliyetçi/ırkçı siyaset. Ki bu kart MHP’nin AKP ile bloklaşmasından sonra İYİ partinin eline geçti. Yabancı düşmanlığını eksen alan bu siyaset, sıklıkla mültecileri/göçmen işçileri hedef olarak gösterdi. Bu akımın sendikal alandaki yansımaları birinci akıma göre daha girift ve karmaşık. Türk-İş konfederasyonu içinde olduğu kadar, biraz zorlandığında kimi sol/ulusalcı sendikacılarda da benzer eğilimleri bulmak mümkün. Sosyal demokrat CHP’li kimi belediyeler ya da ilçe başkanlıklarında da benzer söylemler görülebiliyor.
- Mültecilere/göçmen işçilere; işçilerin birliği ve halkların kardeşliği penceresinden bakan siyaset. Bu siyaset EMEP, ÖDP, HDP gibi sosyalist, sol, demokratik kimi partilerde kendini gösteriyor. Söylemin ötesine geçen ve yerli işçilerle göçmen işçileri birlikte mücadeleye sevk eden somut örnekler ise EMEP çalışmalarında kendini gösteriyor. CHP’nin bu konuda anlayış açısından bile parçalı durduğu söylenebilir. Bu anlayışın, yani ayrım yapmadan işçilerin birliğini savunan anlayışın sendikal alandaki karşılığı ise daha çok DİSK ve KESK içinde. Fakat DİSK ve KESK içinde tam bir anlayış birliğinin olduğunu söylemek de bir o kadar zor, pratik adımlar ise oldukça zayıf.
Açık ki burjuva ve küçük-burjuva politik akımlar ve sendikal anlayışlar karşısında, henüz cılız da olsa yerli/yabancı işçi ayrımını ortadan kaldıran çalışmayı sınıf partisi ve sendikalarda mücadeleci sendikacılık anlayışı ileri taşıyabilir. Bu aynı zamanda her düzlemde ideolojik ve politik bir mücadeleyi de gerekli kılıyor. Mülteci ve göçmen işçiler içindeki çalışma ise Suriyeliler ile sınırlandırılamayacak bir genişlikte artık.
MÜLTECİLER ÜZERİNDEN YENİ PAZARLIK
Türkiye’nin 9 yıllık Suriyeli mülteciler sınavında çeşitli aşamalardan söz edilebilir. İlki mültecilerin hiç kayıt yapılmadığı ve korumasız olduğu dönem. İkinci aşama biyometrik kayıtların yapıldığı dönem. Ardından mülteci statüsüne Türkiye’nin koyduğu coğrafi çekinceyi bertaraf etmek üzere devreye konan “Geçici Koruma” kanunun çıkarıldığı dönem. Yabancı işçiler için çalışma izni ise mülteci işçileri ilkel üretim atölyelerinden ve vasıfsız işe dayalı sektörlerden modern fabrikalara çekmeyi amaçlıyor. Fakat bu konuda henüz ciddi bir ilerlemeden söz edilemez. Her bir işçi için çalışma izninin çıkarılması da patronların onayına bağlı. Öte yandan Türkiye hala 2 milyon civarında mülteci/göçmen işçinin çalıştığı ucuz emek cenneti. Türkiye burjuvazisinin bir hedefi de Türkiye’yi AB’nin Bangladeş’i yahut eski haliyle Çin’i haline getirmek.
2011 yılından beri “açık kapı” politikası uygulayan Türkiye Hükümeti, gerekli uyum stratejilerini ve alt yapı politikalarını oluşturmadığı ve bunun üzerine bir sermaye programı olarak mültecileri ucuz emek gücü olarak kullandığı için; toplumda Suriyelilere karşı (ve aynı zamanda hükümetin mülteci politikalarına karşı) hoşnutsuzluk arttı. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin büyük kentleri kaybetmesinde bunun da etkisi vardı.
AKP 2018 yılından itibaren mültecilere uygulanan tedbirler ve yasalar konusunda sertleşmeye başladı. Milliyetçi rüzgârı yeniden arkasına almaya çalıştı. Bu dönemde mültecileri geri göndermek üzere “Suriye’de güvenli bölgeler” formülü öne sürüldü. Sıkı denetimler ve geri gönderme uygulamaları başladı. Yüzbinlerce mülteci, çatışmaların henüz dinmediği bölgelere gönderildi. Öte yandan Çin Seddi’nden sonra dünyanın üçüncü büyük duvarı Suriye sınırına örüldü.
Türkiye burjuvazinin dış politikasında bir dönemdir devrede olan pro-aktif dış siyaset, Suriye’de peş peşe sarsıntılar geçirdi. Ve nihayet İdlip’te sıkışıp kaldı. 27 Şubat tarihinde İdlip’te 33 askerin hayatını kaybetmesi ile “mülteci krizi” yeni bir sürece girdi. AKP Genel Başkanı Erdoğan, Avrupa sınırlarında mülteci geçişine engel olmayacaklarını açıkladı. Bu süreç aynı zamanda Suriye’de rejim güçlerinin ve Rusya’nın ağır bombardımanı altında kalan sivillerin (onları kalkan yapan cihatçı savaşçıların da) Türkiye sınırına yığıldığı bir dönemdi. Bu durum sadece Türkiye için değil AB içinde yeni bir “göç dalgası” demekti.
AKP hükümeti mevcut durumda hem İdlip’teki mülteci yığılmasını hem de mültecilerin yönlendirildiği Avrupa kapısını AB üzerinde yeni bir pazarlık konusu yapmaktan geri durmadı. Yıllarca “ümmet kardeşi misafirler” olarak iç kamuoyuna propaganda edilen mülteciler, Yunanistan ve onun arkasında kümelenen AB gericiliğinin kollarına atıldı. “Sınır kapısı açılacak” aldatmacasıyla Edirne’ye yönelen mülteci ve göçmenler 21. yüzyılın en vahşi saldırılarından birine maruz kaldı. Çocuk yaşlı demeden insanlar sınırda gaza boğuldu. Yunan kolluk güçleri silah kullandı, mülteciler vuruldu. Meriç Nehrini geçebilen mülteciler kaba dayak ve işkencelerin ardından soyuldu, çıplak halde Türkiye’ye gönderildi. Ege’de botların üzerine sahil güvenlik araçları sürüldü. Frontex gemileri botları püskürtmek için insanlık suçlarına bulaştı.
Bütün bu şiddet dalgası karşısında olağanüstü toplanan AB kurmaylarından ise Yunanistan’a daha çok mali yardım ve kolluk güç gönderme kararı çıktı! AB temsilcileri sınır boylarını, tıpkı apoletli generallerin sınır birliklerini denetlemesi gibi gezdi ve güç gösterisinde bulundu. Açık ki bu kararlar ve adımlar mültecilerle yeni savaşın ilanıydı.
Sınırın Türkiye tarafında ise mültecilerde kullanılmış, aldatılmış olma duygusu vardı. Buna, sınırda baskı kurmaları için göçmen ve mültecilerin o köyden bu köye taşınma hikayesi eklendi. Üstelik göçmenler beslenme ve sağlık hizmetlerinden yoksun ve geceler boyunca soğuk havada çadırsız kaldı. Dramatik sonuç 2015’le aynıydı; her şeylerini satıp gelmiş ve dolayısıyla kaybetmiş göçmenlerin hüzünlü dönüşü başlamıştı.
Sınırda bir yandan “ileri itme” diğer yandan “geri itme” muamelesine maruz kalan ve tampon bölgede sıkışıp kalan mülteciler can pazarı yaşarken pazarlık masaları yeniden kuruldu. Kapalı kapılar ardında vaat edilen 1 milyar avro Erdoğan tarafından reddedilirken, masa bu sefer Brüksel’e taşındı. Yeni rakam telaffuz edilmese de kademeli bir uzlaşmanın yapıldığı Ege denizinin kapatılmasından belliydi. Pazarkule’den mültecilerin geri dönüşlerinin teşvik edilmesi bu yöndeki kanaatleri iyice güçlendirdi. Koronavirüs salgını nedeniyle sınırda günlerce savunmasız/korumasız bekletilen mültecilerin trajik halleri ise rezaletin zirve noktasıydı.
Bütün bu süreç 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesinin ölümü olarak da tartışıldı. Türkiye’de 8 yıldır mültecileri statü hakkından coğrafi çekince yoluyla mahrum bırakan AKP hükümeti ise Cenevre Sözleşmesini sadece pazarlıklar bağıtlanana kadar hatırladı.
YABANCI DÜŞMANLIĞI KARŞISINDA DAYANIŞMA DA BÜYÜYOR
Hükümetin “Kapıları mültecilere kapatmayacağız” ilanından sonra içerde zaten kırılgan olan sosyal fay hatları yeniden harekete geçti. Sınıra gitmeyen mültecilere düşmanca yaklaşımlar arttı. “Suriyeliler defolsun” kampanyaları yeniden açıldı. “Yunan zulmü” edebiyatı yapanlar Samsun ve Maraş’ta mültecileri linç etmeye kalkıştı.
Bu dönemin sevindirici yanı ise Edirne’ye mültecilerle dayanışmaya giden toplulukların 2015’e göre kat be kat artmış olmasıydı. Edirne Kent Platformu da bu yönde olumlu adımlar attı. Dayanışmayı aynı zamanda mültecileri bilinçlendirme eylemi olarak yorumlayan siyasal iktidar, bir süre sonra buna da set çekti. Mülteciler bir noktada toplandı ve dayanışmaya gelenlerle irtibatı kesildi.
En nihayetinde dayanışma ziyaretleri toplumsal ön yargıların kırılması ve mültecilere temas etmek bakımından Türkiye’de önemli bir eşiğin geçilmesini sağladı. Ki henüz rüşeym halde olan bu eğilimin çok daha fazla güçlendirilmesi şart.
SONUÇ OLARAK
Gelinen aşamada mültecilerin kaderini bundan böyle AB-Türkiye pazarlıkları ve Suriye’deki siyasal gidişat belirleyecek: elbette sürece halklar ve uluslararası işçi sınıfı müdahale etmezse! Zira emperyalist çözümlerin, kurulan pazarlık masalarının hiçbiri bugüne kadar göçler ve mülteciler konusunda çözüm olmadı. Sonuç hep kan ve gözyaşı oldu, mülteci sayısı katlanarak arttı.
Bir insanlık krizi olarak mültecilerin ve göçmen işçilerin yaşadığı acılar ancak kapitalist sömürü esaretinin kırılması, bölgede ve dünyada barış mücadelesinin güç kazanması ve yerli/işçi ayrımı yapmadan enternasyonal işçi dayanışması ile aşılabilir. Bu görev özelde Ege’nin iki yakasındaki işçilerin ve halkların başarması gereken bir görevdir. İşçi sınıfının yurttaş işçi/göçmen işçi ayrımını aşması gereken ortak örgütlenme mücadelesi de bunun bir parçasıdır. Bu enternasyonal işçi örgütlenmesi elbette sendikal alanda olduğu kadar her bir ülkedeki sınıf partilerinde de vücut bulmak zorundadır.
Dünyanın bütün işçileri, ezilen halklar ve mülteciler birleşin!
1 Nisan 2020