Türkiye, Suriye savaşı ve göçüyle birlikte dünyanın en büyük göç nüfusunu barındıran ülkelerden biri haline geldi. Bu gelişme Türkiye burjuvazisi için yeni bir sömürü alanı açtı. AKP iktidarı Suriye göçünü etkin şekilde kullanarak, uluslararası alanda süregelen göçmen işçi sömürüsüne güçlü ve işbirlikçi bir aktör olarak katıldı. Emperyalist devletlerle tekellerin bundan önceki sömürü deneyimleri Türkiye burjuvazinin esin kaynağı olurken; Türkiye egemen sınıfları ve siyasal iktidar, yeni sömürü tekniklerini geliştirmek konusunda epeyce yol aldı.
Türkiye’deki tabloya bakmadan önce dünya genelindeki duruma genel hatlarıyla bakmakta fayda var. Dünya Göç Raporu, 2020’de, yerküre üzerinde en az 281 milyon göçmen olduğunu belirledi. Göç eden nüfus, tüm dünya nüfusunun yüzde 3,5’una denk geliyor. Yani dünyada yaşayan her 100 kişiden 3,5’u göçmen.[1] Çalışmak ya da iltica etmek için kıtalara yayılan milyonlarca Türkiyeli de bu nüfusunun içinde. Dolayısıyla dünya üzerinde devinen göçler sadece Türkiye’ye gelmediği gibi, Türkiye de diğer ülkelere hatırı sayılır sayıda göç vermektedir. Örneğin, 83 milyon nüfuslu Almanya’da 3 milyon civarında Türkiyeli yaşamaktadır.
Daha çarpıcı olanı şudur ki, dünya üzerindeki toplam göçmen nüfusunun ezici çoğunluğunu göçmen işçiler oluşturuyor. ILO verilerine göre, 2017’de 164 milyon olan göçmen işçi sayısı 2019’a gelindiğinde 169 milyon kişiye yükseldi. Bu süre zarfında dünya göçmen nüfusu içindeki genç işçilerin oranı ise yüzde 2 artış gösterdi.[2] Sözü edilen rakamların 2022 sonu itibarıyla çok daha yukarılarda seyredeceği görülüyor. Kısacası, dünyada göçmen işçi nüfusu azalmıyor, sürekli artıyor.
20’nci yüzyılda göçmen işçi sömürüsünün zirvesi, İkinci Emperyalist Dünya Savaşı’nın hemen ardından yaşandı. 1945’te Avrupa faşizmden kurtulduktan/kurtarıldıktan sonra yıkılan kentleri, altyapıyı, tesisleri ve fabrikaları yeniden inşa etmek için göçmen iş gücüne ihtiyaç duyuldu. Avrupa’nın kapitalist devletleri trenler ve gemiler eşliğinde göçmen işçi transferine giriştiler. Kancayı Türkiye, Yunanistan vb. yoksul ülkelere atan İtalyan, Alman ve AB tekelleri çağın en büyük göçmen işçi transferlerinden birine imza attılar. Almanya, Gasterbaiter (misafir işçilik) programını devreye sokarak, en ağır, en pis, en riskli işleri göçmen işçilere yaptırdı. Avrupa’da kapitalizmin yeniden ayağa kalkışında göçmen işçi sömürüsü belirleyici öneme sahip oldu. İlerleyen yıllarda göçmen işçi sömürüsü yeni yasal düzenlemeler ve sömürü teknikleriyle devam etti ve bugüne gelindi.
Dünya kapitalizmine esin kaynağı olan bir diğer model de Körfez Arap ülkelerinde boy verdi. Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere Körfez ülkelerinde prototipi oluşturulan devasa işçi kampları, göçmen emeği sömürüsünün diğer kıtalara yayılması için adeta laboratuvar işlevi gördü. Ağırlıklı olarak inşaat ve petrol işkolunda çalışan göçmen işçiler, binlerce işçinin kaldığı ve önemli bir bölümü çöllerde kurulu koğuşlarda, kamp hayatına katlanmak zorundadır. İşçilerin çalışma alanı dışındaki sosyal hayatı oldukça sınırlıdır. Hangi ülkeden gelirlerse gelsinler göçmen işçilere şer-i hükümlere göre yaşamak dayatılmıştır. Filipinler, Hindistan, Pakistan, Türkiye ve daha birçok ülkeden kafileler halinde Körfez ülkelere getirilen işçiler, “kafala sistemi” denen bir uygulamayla güvencesiz işçiler haline getirildiler. Kafala kefillik demektir. Göçmen işçinin Körfez Arap ülkelerinde çalışabilmesi için “işverenlerin” ya da şirketlerin kefilliğine ihtiyacı vardır. Şeriat yasalarına da uygun olan bu çalışma sistemi göçmen işçiyi adeta patronların kölesi yapmaktadır. İtilaflı durumda “işveren” tarafı kefilliğini sona erdirmekte ve şeriat mahkemeleri karşısında bütün alacaklarını kaybeden göçmen işçi sınır dışı edilmektedir. Denebilir ki günümüzdeki kitlesel göçmen işçi sömürüsünün başlıca mekanizmaları, uluslararası şirketler aracılığıyla Körfez’de oluşturuldu. Diğer ülkelerden işçi toplayan uluslararası şirketler, zamanla bu sömürü tekniğinin daha özgün biçimlerini Avrupa, ABD ve diğer kıtalarda uyguladılar. Türkiye’de, yabancı işçiler için yapılan kanun değişikliğinde “göçmen işçinin bir işyerinde çalışabilmesi için onun adına işveren başvurusunun olması” bu örneklerden biridir.
Gerek BM gerekse İLO verilerinde “göçmen nüfus” kavramı mültecileri de kapsayan daha geniş bir tanımı ifade eder. 2022 sonu itibarıyla 300 milyona dayanacağı öngörülen dünya göçmen nüfusunun 89 milyon kadarı yerinden yurdundan edilenler, yani mültecilerdir. Emperyalizm ve kapitalist gericiliğin neden olduğu savaş, çatışma, iç savaşlar, politik baskı ve sürgünler nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan mülteciler, ayakta kalabilmek için en güvencesiz işlerde çalışmaya mecbur bırakılmaktadır. 1951 BM Cenevre Mülteciler Sözleşmesi başta olmak üzere 20’nci yüzyıla ait ve mültecilere dair sosyal koruma haklarının hızla tasfiye edilmesinin de bunda önemli bir etkisi vardır. Sosyalizmin ve işçi sınıfı mücadelesinin uluslararası kazanımlarının yok edilmesinin bir etkeni de göçmen işçilerin kazanımlarının tasfiyesi oldu. İşçi sınıfının örgütlü gücü zayıfladıkça göçmen emekçiler daha savunmasız hale geldiler. Eskiden mülteciler belirli bir süre (uyum, eğitim, entegrasyon süreci) sosyal koruma altında ve çalışmadan yaşayabilirken; 21’nci yüzyıla gelindiğinde durum önemli ölçüde değişmişti. Bu yüzyılda adeta “güvencesiz de olsa çalışacaksın, çalışmayan mülteci ayakta kalmaz ölür” düzenine geçildi. Böylece mülteciler, şebekelerin, işçi simsarlarının, taşeronların, merdiven-altı atölyelerin, fason üretim zincirini besleyen kayıt dışı sömürünün ve korsan iş piyasasının ağına düşürüldüler. “Milenyum çağı”nın cilası işte böylesine acımasız bir sömürü düzenine kapı açtı. Devamında ucuz, güvencesiz, kayıt dışı işlerde çalışan mülteci yığınlar çığ gibi büyümeye başladı.
Günümüz dünyası pandeminin, Ukrayna’daki savaş üzerinden yeni boğazlaşma senaryolarının ve ekonomik krizin girdabı içinde çırpınırken; bütün bu kötülüklerin sorumlusu olan emperyalistler, “insani ve düzenli göç yönetimi” adı altında yeni sömürü mekanizmaları oluşturmaktadır. “Küresel ekonomik büyüme” adına dünyanın dev tekelleri, kasa şişirme planlarını emperyalist ekonomik zirvelere taşıdılar. Böylece “göçmen emeğinin işgücü piyasasına dâhil edilmesi”ne dair stratejiler, “yeni küresel kalkınma modeli” olarak dünya ülkelerine pazarlanmaya başladı. G7, G20 gibi emperyalist birlikler, yanı sıra “AB Yeni Göç ve İltica Paktı” gibi stratejiler, ahtapotun kolları gibi bütün dünyada işçi sınıfına saldırıyor. Bu saldırıların bir yönü de göçmen emeğinin ucuz, güvencesiz rekabet gücü olarak kullanılmasıdır.
G20’nin altında örgütlenen L20 (Labour 20) gibi zirvelerle de işçi sendika konfederasyonları bu projeye alet ediliyor. “Sosyal diyalog” sendikacılığı göçmen işgücünün sömürüsünü meşrulaştırmak ve işçi sınıfını sermayeye yedeklemek için bir köprü olarak kullanılıyor. Bütün bu süreç mülteci haklarının daha da tırpanlanmasına, göçmen işçilerin daha ucuza ve güvencesiz sömürülmesine hizmet ediyor.[3]
Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve 1 Ocak 2021’de yürürlüğe konan “AB Yeni Göç ve İltica Paktı” ise, sermayenin küresel stratejisinin özgün bir hamlesi olarak, göçmenleri ve mültecileri kapana sıkıştırmaktadır. Yeni pakt ile Avrupa’ya mülteci geçişlerine “dur” diyen Avrupa tekeller birliği, istihdam açığını gidermek üzere “geçici sözleşmeli göçmen işçiler” projesini devreye soktu.[4] Türkiye, Libya gibi ülkelere de bu projenin taşeronluğu görevi verildi. İngiltere de önce “göçmen deposu” olarak, yol açılırsa “göçmen işçi deposu” olarak benzer bir planı Ruanda’da uygulamaya çalışıyor. Kısacası, Türkiye’de son yıllarda baş gösteren yığınsal göçmen emeği sömürüsü, küresel ölçekte ve kapitalizm eliyle örgütlenen bütün bu sömürü sistemiyle birlikte değerlendirilmelidir.
Göçmen Emeği Transferinde Türkiye
Emperyalist işgaller, savaşlar ve ülkelerdeki iç savaşlar neticesinde yola düşen kitleler, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu dünya göçmen işçi kitlesinin de rezervi durumunda. Suriye’deki savaştan kaçmak zorunda kalanlar gibi! Yerinden ve yurdundan edilenlerin sayısı Suriye’de ülke nüfusunun yarısına yaklaştı. Sadece Türkiye’de 4 milyonu aşkın (resmi rakam 3,7 milyon) Suriyeli olduğu ifade ediliyor. Bu kitlenin 2 milyona yakını güvencesiz işçiler durumuna düştü. Okul sırasında olması gereken çocuk mülteciler hızla işçileşti. Emperyalist talan, sömürü ve yeniden paylaşım savaşları; petrol, doğalgaz, toprak, hegemonya alanlarının yanında göçmen işgücü paylaşımı gibi kârlı bir sömürü alanını da beraberinde getirdi.
Milyon dolarların döndüğü uluslararası göçmen kaçakçılığı ağı üzerinden ucuz ve güvencesiz göçmen işçi talep eden kapitalistler; iç içe geçmiş girift ilişkileriyle işbirliği halinde çalışıyor. Bir örnek vermek gerekirse; Afganistan Kabil’den İstanbul’a doğru yola çıkan göçmen kafilesinin genç üyeleri, henüz daha yola çıkmadan çalışacakları işyerlerini ya da atölyeleri biliyorlar. İnternet ve sosyal medya imkanlarını da kullanan insan tacirleri, Instagram, Facebook, Telegram, WhatsApp vb. kanallar üzerinden göçmen işçileri pazara çıkarıyor. Göçmen amele pazarı sadece Türkiye’de değil tüm dünya üzerinde örümcek ağı gibi örülmüş halde.
Klavyenin yahut telefonun tuşuna basıldığında, göçmen işçinin yaşından kilosuna, iş deneyiminden vesikalık fotoğrafına kadar birçok bilgi patronların önüne düşüyor. Anadolu’nun mezra ve köylerinde çalışacak Afgan çobanlar, yaşlı ve çocuk bakımı için Özbek ya da Türkmen kadınlar, Rize’de çay toplamak için mevsimlik Gürcü emekçiler, liman ve tersanede çalışmak üzere Ukraynalı işçiler bu sömürü borsası üzerinden kiralanıyor. Elbette tüm göçmen işçiler sosyal medya üzerinden pazarlanmıyor. Önemli bir bölümü ülkeye giriş yaptıktan sonra işçi simsarlarının ağına takılıyor. Öyle ki, özel istihdam büroları hızla “göçmen işçi transfer büroları” haline gelmektedir. Bu bürolar çalışma izin belgesi dahilinde hem kayıtlı göçmen işçi transferini sağlıyor hem de perde arkasından kayıt dışı olarak göçmen işçileri “istihdam pazarına” çıkarıyor.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 2018 verilerine göre; Türkiye’de çalışma izni verilen toplam göçmen işçi sayısı 115 bin 837 kişi. Bu sayı 2019’da 145 bin 232 kişi olmuştur. 2018’deki göçmen işçi nüfusunun menşe ülkelere dağılımı ise şu şekildedir: Suriye: 34 bin 573, Kırgızistan: 13 bin 452, Gürcistan: 7 bin 321, Ukrayna: 6 bin 394, Türkmenistan: 5 bin 547, Özbekistan: 3 bin 969, Nepal: 3 bin 186, Azerbaycan: 2 bin 997, Rusya: 2 bin 994, Çin: 2 bin 992, İran: 2 bin 689, Endonezya: 2 bin 356, Filipinler: 2 bin 76, Kazakistan: bin 799, Hindistan: bin 663 kişi.[5]
Veriler Türkiye burjuvazisinin çok uluslu göçmen emeği sömürüsüne başvurduğunu gösteriyor. 115 bin 837 göçmen işçi kayıtlı olanları ifade ederken, kayıt dışı çalıştırılanların sayısı belgelerde yok. Sigortasız çalıştırılan göçmen/mülteci işçi sayısının 2 milyona yaklaştığı tahmin ediliyor. Kayıt dışı alana girdikçe Ermenistan, Irak, Pakistan ya da Afrika ülkeleri gibi menşe ülkelerin sayısı da katlanmaya başlıyor. Öyle ki, Türkiye’deki “göçmen iş gücü endüstrisi” işkolları bazında da belirli bir şekle kavuşmuş durumda. Tekstil ve ayakkabıcılıkta Suriyeli işçiler, çobanlıkta Afganlar, çay toplamada Gürcü işçiler, inşaatta Azeri işçiler, taşımacılık ve kot yıkamada Afrika ülkelerinden işçiler, atık kâğıt ve plastik toplamada Pakistanlı işçiler, yaşlı ve çocuk bakımında Özbek, Filipinli ve Türkmenistanlı kadın işçiler baskın. Bu kategori elbette keskin ayrımlar içermiyor ve her işkolunda birden çok milliyetten işçi bulmak mümkün. Ama işkolları bazında karşımıza çıkan toplam manzara, kapitalistlerin (boru hatlarıyla taşınan petrol misali) insan kaçakçıları aracılığıyla dış ülkelerden nasıl yedek işçi ordusu transfer ettiklerini gösteriyor.
Kapitalist emperyalizmin yeni göç yönetiminde mülteci ve göçmen hakları hızla geriye giderken, göçmen işgücünün sömürüsü daha çok korsan ve kayıt dışı alana kayıyor. Bu durum uluslararası burjuvazi için kâr oranlarının da büyümesi demek. Emperyalistlerle işbirliği halinde hareket eden Türkiye burjuvazisi de bu imkânı sonuna kadar değerlendirme gayretinde. Son 20 yıldır ülke yönetimini elinde bulunduran AKP iktidarı “yeni göç yönetimi”nin yol açtığı bu sömürü çarkını en etkin şekilde sermayenin emrine sundu. Örneğin AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki’nin şu sözleri itiraf niteliğinde: “Şimdi bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin yüz binlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar. Kayseri sanayisinde de öyle. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor.”[6] Daha öncesinde AKP Genel Başkan Danışmanı Yasin Atay da “Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker” açıklamasında bulunmuştu. Göç İdaresinden sorumlu İçişleri Bakanı Süleyman Soylu işi daha da ileri götürerek şu itirafta bulundu: “Fabrikanda Suriyeliyi çalıştır, sömür, sigortasını yaptırma. Sonra ayak ayak üstüne at, ‘Ne olacak bu Suriyelilerin hali’ de. Bir milyon insan gidecek. Kim isyan edecek biliyor musun? O iş sahipleri…”[7] Peki, ama bu kadar yıl bunca mülteci işçinin sigortasız ve üç kuruşa çalıştırılmasına, iş cinayetlerinde ölenlerin gözden kaçırılmasına göz yumanlar kimler? Elbette AKP iktidarı, kapitalistler ve AKP yönetimindeki devlet. AKP’nin “din kardeşliği”, “misafirperverliği” buraya kadardır!
Hangi Suriyeliler?
Tam da burada, Türkiyeli işçiler arasında kafa bulandırmak için çoklukla kullanılan bir kavram üzerinde durmak gerekir: “Suriyeliler”! Kavram sınıf çelişkilerinin üzerini kapatan bir perde gibi kullanılıyor. Oysa ne Suriyeliler ne de Türkiyeliler “sınıfsız ve zümresiz” bir kitle. Suriyelilerin ya da Suriyeli mültecilerin içinde farklı sınıf ve tabakalardan insanlar bulunuyor. Suriye savaşı başından itibaren savaş ekonomisiyle el ele yürüdü ve bu süreçte savaş zenginleri türedi. Savaşta mülksüzleşen, hızla işçileşen insanlar savaş zenginlerinin ağına düştüler. Savaş öncesinde kendi ülkelerinde işçi olan Suriyeliler ise sürgün ellerde daha alt işlere sürüldüler. Daha uzun saatler ve daha ucuza çalışmak onlar için neredeyse rutin hale getirildi.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 26 Şubat 2019 verilerine göre, Türkiye’de en az bir ortağı Suriyeli olan şirket sayısı 15 bin 159. Yıllar içinde Suriye burjuvazisinin ve finans gruplarının bir bölümü Türkiye sermayesine dâhil oldu. Sömürü mekanizması, fabrikasıyla, makineleriyle ve iş aletleriyle birlikte Türkiye’ye taşındı. Zira Türkiye’de pozisyon alan ve diasporada başa geçen “muhalif Suriye sermayesi” önce kendi yurttaşlarını sömürerek işe başladı. Tekstil fabrikalarında, atölyelerde, mağaza ve lokanta zincirlerinde kayıt dışı ve “üç kuruşa” çalıştırılan Suriyeli işçiler zenginleşmenin yeni dayanağı yapıldılar. Suriyeli kapitalistler Türkiye burjuvazisinin bir parçası haline gelirken, Suriyeli işçiler de Türkiye işçi sınıfının bir parçası oldular. İşte, toplum üzerinde “Suriyeli” genellemesi yapılarak saklanan sınıfsal gerçeklik budur.
11 Yıl Böyle Gelmiş 11 Yıl Daha Böyle Gider mi?
Suriye savaşının ve büyük göçün başladığı 2011 tarihinden bugüne 11 yıl geçti. Göçün 10’ncu ve 11’nci yılında göç; başta statü hakkı, çalışma hayatı, entegrasyon, eğitim, vatandaşlık, geri dönüş gibi çeşitli başlıklarla tartışılıyor. Yazının kapsamı içerisinde ve tam da bu bölümde göçmen işçilerin acımasızca sömürülmesinin 11 yıllık tarihine kısaca bakmakta fayda var. TİSK raporları bu bakımdan ibretliktir.
Suriyeli sığınmacılara “Geçici Koruma” statüsü ancak 2013-2014 yıllarında gündeme gelebildi. Bu tarihe kadar kaydı bile olmayan milyonlarca mültecinin tam anlamıyla kuralsız sömürüsü söz konusu. Tarım, tekstil, inşaat başta olmak üzere enformel sektörün kapitalistleri Suriyeli işçiler üzerinden ciddi paralar kazandı. Bu gidişatı gören büyük patronlar örgütü TİSK sürece kendi cephesinden “itiraz” etti. Bu amaçla 2014 yılında Hacettepe Üniversitesi (HÜGO projesi) ile birlikte “Türk İş Dünyasının Türkiye’deki Suriyeliler Konusundaki Görüş, Beklenti ve Önerileri” başlığıyla bir rapor yayınlandı. Bu rapor, özetle orta ve büyük boy fabrikalara da göçmen işçi transferini talep etmiş ve hükümetin önüne yasal düzenlemeler ve projeler koymuştur.[8] Her 100 kişinin çalıştığı fabrikada en fazla 10 yabancı işçinin çalıştırılmasına dair yasal düzenleme böyle gündeme geldi. Ama göçün 11’inci yılında dahi bu parlak projeler pratik hayat içinde pek karşılık bulmuş değil. Zira kayıt altında ve sigortalı göçmen işçi sayısı Suriyelilerde 34 binde kaldı. Çünkü yürürlükte olan “Yabancılar için çalışma kanunu” çalışma iznine dair başvuru hakkını mülteci işçilerin elinden alıp kapitalistlerin eline vermektedir. Yani göçmen işçilerin boynuna takılan zincirin diğer ucu kapitalistlerin elindedir. Ayrıca işçinin sigorta hakkını maliyet arttıran gereksiz harcama sayan kapitalistler, kayıtlı işçi çalıştırmaya yanaşmıyorlar. Yabancı işçilerin kapitaliste olan SGK maliyeti yasal düzenlemeyle yerli işçilere göre daha yüksek hale getirildi. Yani kayıt dışı mülteci çalıştırma adeta özendiriliyor.
2020 yılına gelindiğinde TİSK bu kez bir “Göçmenlerin İş Piyasasına Uyum Raporu” açıkladı.[9] Rapor, büyük fabrikalarda göçmen işçi çalıştırılması için hükümetten ek düzenleme talep etmektedir. En önemli birkaç maddeyi sıralarsak;
1- Seçilmiş bölgelerde, istihdama dair zorluk olan iş kodlarının belirlenmesi, bunların Suriyeli işgücü ile karşılanabilir olanlarının belirlenmesi, yerel ihtiyaç analizleri. Böylece, merdiven-altı atölyelerden sonra bu kez Organize Sanayi Bölgelerinde en ağır, en pis, en tehlikeli ve işçilerin en ucuza çalıştırıldığı yahut çalışmak istemedikleri işlerin tespiti yapılacak. Yani yerli işçilerin “çalışmaktan geri durduğu” bu işlerde Suriyelilerin çalışması için meşru bir ortam sağlanacak.
2- İşverenlerin personel arayışı sistemleriyle ve Suriyelilerin iş arama kaynaklarının güçlendirilmesiyle istihdamla ilgili süreçleri kolaylaştırabilecek regülasyonlar üzerinde çalışılması ve kamuya önerilmesi. Burada özel istihdam büroları göreve çağrılmakta ve fabrikaların insan kaynakları ihtiyacı göçmen işçiler üzerinden yeniden dizayn edilmektedir.
3- Özellikle kayıt dışılığın azaltılması açısından geçici koruma kapsamındaki Suriyelilere yapılan çeşitli sosyal yardımların, “çalışmıyor olma şartı”na bağlanıp bağlanmadığı gibi hususlar gözden geçirilebilir. Hatırlatmak gerekir ki, Suriyeli işçilerin ezici çoğunluğu yoksul ve düşük ücretle çalıştırıldığı için çocuk yardımı gibi sosyal yardımlara mahkûm yaşıyor. Sigortalı çalışmak bu yardım ödeneğinden muaf olmak anlamına geliyor. TİSK’in önerisi ise, mülteci işçiler için güçlü bir sosyal koruma yerine sömürüyü katmerlendiren bir ara formüle işaret etmektedir.
Özetle, tekelci kapitalistler göçün 11’inci yılına kadar atılan adımlardan pek memnun değiller ve Türkiye’nin yakın geleceğinde ucuz ve güvencesiz Suriyeli işgücünün büyük fabrikalara da çekilmesinde ısrarcılar. Ayrıca büyük kapitalistlerin sendikası TİSK, göçmen işgücü üzerinden yerli işçilerin kazanımları (çalışma saatleri, ücret, tatil vb.) üzerinde de baskı yaratmayı hedeflemektedir. Yani büyük kapitalistler “Böyle gelmiş ama yetmez, sömürü katmerlenecek” demektedir. KOBİ’lerde, tarım ve inşaatlarda, taşımacılık ve merdiven-altı atölyelerde ise göçmen işçilerin kuralsız sömürü zaten tüm hızıyla devam etmektedir. Avrupa’nın hemen yanı başında Türkiye’de palazlandırılan bu ucuz işgücü cenneti, yeni bir Bangladeş, yeni bir Hindistan gibi büyümektedir.
Peki Ya İşçi Sendikaları?
TİSK, TÜSİAD, MÜSİAD gibi kapitalist örgütler göçmen işçi sömürüsü üzerine sürekli olarak planlamalar yaparken işçi sendikaları adeta uykudadır. Sendikal bürokrasi ise, kapitalizmin işçi sınıfını bölen, yerli ve göçmen işçileri rekabete zorlayan girişimlerine adeta çanak tutuyor.
Örneğin HAK İŞ, tam anlamıyla hükümetin arka bahçesinde sendikacılık yapıyor. “Din kardeşliği” söylemine sarılarak, aslında mülteci ve göçmen işçilerin haklarını yok sayıyor. Yerli ve göçmen işçilerin eşit haklar talebi Hak-İş sendikacılığında söz konusu bile değil. Türk-İş ise, uzunca bir dönem “Önce Türk işçisinin menfaatleri” diyerek, göçmen işçilere gözlerini kapattı. Türk-İş, sermayenin göçmen sömürüsü üzerinden 11 yıldır kat ettiği bu zincirli yola adeta selam durdu. 2020 yılında yayınlanan “Türkiye’de Yaşayan Suriyeli Sığınmacılar ve Kayıt dışı Göçmenler” başlıklı raporunda ise Türk-İş, deyim yerindeyse işin şirazesini kaçırdı. Mülteci işçilere “Mutlu musun?” diye soran rapor “Sigortan var mı?” deme gereğini bile duymadı!’ Kestirme yoldan “Aslında Suriyeli işçiler Türkiye’de mutlu” sonucuna varıldı![10] Gerek Hak-İş gerekse Türk-İş’in yaklaşımı esas olarak yerli ve göçmen işçilerin birliğinden, ortak örgütlenmesinden ve yan yana mücadelesinden kaçan bürokratik bir sendikal anlayıştır.
DİSK’in son dönem yaptığı sempozyum ve çalıştaylar sorunu ortak hak mücadelesinde tarif etmesiyle diğer iki konfederasyondan ayrılıyor. Fakat bununla birlikte sözü edilen çalıştaylara işçilerin, işyeri temsilcilerinin, sendikacıların katılımı ve alınan kararların fabrikalarda, tabanda hayat bulması bakımından ciddi sorunlar vardır. Öte yandan DİSK Konfederasyonu, Türk-İş ve Hak-İş ile birlikte G20 zirvelerinin alt zirvesi olan L20’lere katılmayı kabul ederek, patronlarla birlikte “sosyal diyalog” arayışına devam ediyor. Bu, DİSK’in göçmen işçileri de kapsayan etkin bir mücadele ve örgütlenme seferberliğine girememesinin nedenlerinden biri.
Şovenizmin Amacı İşçi Sınıfını Kötürüm Bırakmaktır
Ekonomik krizin sarsıntıları, emperyalist savaş tehdidi ve ağır pandemi koşullarında kapitalistler; işçi ve emekçi eylemlerine dayanan sosyal patlamalardan endişe ediyorlar. Bu yüzden, 20’nci yüzyılın çeşitli sosyal kırılma anlarında yapıldığı gibi, şovenizm yeniden devreye sokuluyor. Milliyetçilik, ırkçılık, uluslar arasında nefret ve ayrımcılık, yerli ve göçmen işçiler arasında örgütlenen düşmanlık yeniden parlatılmaya başlandı. Şovenizm burjuva ideolojisinde özel bir yere sahip ve hemen her zaman kullanışlıdır. Ancak kimi dönemlerde daha etkin şekilde kullanılır veya kullanılmasına ihtiyaç duyulur. Amaç, işçi sınıfının birliğini bölmek, işçilerin kapitalizme karşı mücadelesini göçmen düşmanlığı üzerinden saptırmak, hedef şaşırtmak, işçi emekçi hareketini zayıf düşürmek ve kötürüm bırakmaktır.
Yabancı düşmanlığı üzerinden iktidara yürüyen faşist Mussolini ve Hitler hatırlanmalıdır. Günümüz emperyalizmi, önceki tarihsel tecrübelere de dayanarak, bugün yeniden faşist ideolojilerin, ırkçı faşist akım ve partilerin önünü açıyor. Faşist liderler yeniden palazlandırılıyor. Faşizm insanlık tarihinde karanlık bir prestije sahip olduğu için henüz ön denemeler yapılıyor. Türkiye’de de bunun prototipi partiler türüyor, türetiliyor. Örneğin Zafer Partisi, Avrupa’nın neofaşist partileriyle yarışarak göçmen düşmanlığına sarılıyor. Zaman zaman tek adam yönetimi, kimi zaman da burjuva muhalefet Zafer Partisi’nin söylemlerinden nemalanıyor ve onun mülteci düşmanlığını kullanmaya çalışıyor. Faşist şoven ideolojinin baş düşmanı işçilerdir. O, işçi sınıfı mücadelesini gericilik üzerinden yedeklemek ve kırmak için vardır. İşçi sınıfı buna asla prim vermemeli, yerli ve göçmen emekçilerin mücadele birliğini öne çıkararak, şovenizme karşı kıyasıya mücadele etmelidir
Kapitalistler ve siyasal sözcülerinin sınıfı bölmeyi amaçlayan kışkırtmalarıyla mülteci işçiler hedef haline getiriliyor. Böylece ekonomik kriz, yoksulluk ve işsizlik karşısında öfke duyan işçiler, mültecileri işaret ederek “Onlar geldi işimizi elimizden aldı” diyebiliyorlar. İlk bakışta doğruymuş gibi ifade edilen bu saptama aslında yanlıştır. Yanlış ve yüzeysel olduğu için de kendiliğinden bilinçle hareket eden işçileri götürüp burjuva bilince teslim etmektedir. Çünkü işi, ekmeği elden alanlarla ucuz, güvencesiz göçmen çalıştırarak yerli işçileri yoksulluğun dibine itenler aslında kapitalistlerdir. İşçi rekabetinden nemalananlar, gerçekte sömürü musluğunu elde tutanlardır. Ve elbette bütün bunları sömürüyü yoğunlaştıran bir rekabet düzeni olarak koordine eden burjuva hükümetlerdir. İşçilerin bu gerçekliği kavramaları için kendi sınıflarının bilincine vararak aydınlanmaya ihtiyaçları var.
Şovenizmin panzehiri işçi enternasyonalizmidir. İşçi sosyalizmine dayanmayan “sol” “sosyalist” hareketler şovenizme karşı tutarlı mücadele edemezler; burjuva savrulmalardan kurtulamazlar. Böyle olduğu içindir ki; göçmenler ve göçmen işçiler konusunda hep defolu siyaset üretirler.
Bugün Türkiye’de popüler olan tartışmalardan biri de “mültecileri Suriye’ye geri gönderme” tartışmasıdır. Peki, bu konuda işçi sınıfının tutumu ne olmalıdır? Her şeyden önce, 11 yıldır aynı tezgâhta çalışan yerli işçiler, sınıf kardeşi olan mülteci işçilerin haklarını tereddütsüz savunmalıdır. Örneğin bu 11 yıl zarfında, sigortasız çalışan mülteci işçilerin gasp edilmiş sigorta primleri ne olacaktır? Emeklilik hakkı ne olacaktır? Hiç edilmiş kıdem vb. tazminatlar ne olacaktır? İş cinayetlerinde hayatını kaybeden mülteci işçilerin davalarıyla ailelerine ödenmemiş olan tazminatlar ne olacaktır? İş kazalarında uzuvlarını kaybeden, sakat bırakılan işçilerin hali ne olacaktır? Çarklarda acımasızca öğütülen bu 11 yılın geriye dönük hakları ödenmeden geri gönderme tartışması nasıl yapılacaktır? Şoven dalganın arkasına gizlenmeye çalışılan sömürünün bir bölümü de işte bu sorularda saklıdır. Elbette mültecilerin güvenli geri dönüşü için siyasi, sosyolojik, psikolojik konuları da içeren çok daha kapsamlı bir tartışma gerekir. Biz burada kısaca sınıf kardeşliği, tezgâh kardeşliği ve iş cinayetlerinde kan kardeşliği üzerinden bazı soruları sormakla yetinmiş olalım.
Fabrika ve işyeri çalışmasında sıklıkla karşılaşılan bir soru da şudur: “Suriyelilerden mi yoksa bizden mi yanasın?” Sözü edilen iki işçi kesiminden diğerine karşı birini seçmek ya da birine taraf olmak aslında burjuvazinin oyununa düşmek olur. Çünkü sorun sınıfsaldır. Emek-sermayenin karşı karşıya gelişinde yerli ve göçmen işçilerin çıkarları burjuvalara karşı ortaktır. Bu nedenle göçmen işçilerin vahşi sömürüsüne karşı çıkmak, aslında yerli işçilerin de çıkarlarını savunmak demektir. Bütün işçiler için insanca yaşayacak ücret, insanca çalışma saatleri, güvenceli sigortalı ve sendikalı bir çalışma hayatı… İşte göçmen-yerli ayrımını ortadan kaldıracak öncelikli talepler bunlardır. Şovenizmin kırılması; işçi sınıfının ırk, din, dil ayrımı yapmadan kendi talepleri üzerinden yürüteceği mücadeleye bağlıdır.
Ortak Mücadele ve Örgütlenme Örnekleri
Suriye göçünde geride kalan 11 yıl, mültecilerin yaşadığı sömürü ve işçiler arasındaki ayrımcı politikalardan ibaret değil. Bu süreçte önyargı duvarlarını kıran ortak mücadele, birlikte iş bırakma ve sendikalaşma örnekleri de yaşandı. Dolayısıyla öncü işçilerin, mücadeleci sendikacıların ve sınıf partisinin, bulundukları her alanda bu örnekleri anlatması/çoğaltması, geleceğe umut olması bakımından büyük önem taşımaktadır. İşte o mücadele ve örgütlenme örneklerinden kesitler:
• Ayakkabı ve deri üretiminin gerçekleştiği saya işkolunda 16 kentte fiili grevler yaşandı. Aralıklarla süren iş bırakmalar 2 yıl arayla ve toplam 2 ay kadar sürdü. Yerli işçilerle Suriyeli işçiler aynı komitelerde örgütlendi. Basın açıklamaları Türkçe ve Arapça dillerde yapıldı. İşçi sınıfının devrimci partisi grevlerin yaygınlaşması ve başarıya ulaşması için iki dilde bildiriler dağıttı, broşür ve afişler yayınladı. Adana’da Grev Komitesinin Sözcüsü Ömer Tahak Evrensel’e şöyle konuşuyordu: “İlk başlarda patronlar üç kuruşun hesabını yaparak zam vermeye yanaşmadı. Ama işçiler arasında birlik oldu. Arastada çalışan Suriyeli işçileri de eyleme davet ettik. Onlar eyleme katılacaklarını söyleyerek komiteye bir kişi verdiler. Aynı ekmeği paylaştığımız Suriyelilerin eylemin dışında kalmasına izin veremezdik. Bu topyekûn birlikteliğin ve kararlılığın sonucu patronlar taleplerimizi kabul etti…” Aynı grevde yer alan Suriyeli Saya işçisi Ömer Şeref ise şunları dile getiriyordu: “Diğer işçilerin yanında Suriyeli arkadaşlarım da zam aldığı için mutlu. Fakat birlik olduğumuz ve dışlanmadığımız için daha mutlular. Eylemde kimse farklılıkları görmedi. Herkes sayacı oldu, işçi oldu, kardeş oldu ve kazandık!”[11]
• Bir diğer olumlu örnek Adana ve İzmir’de yaşanan tarım işçilerinin grevidir. Çukurova’da tarım işçilerinin grevi akşam saatleri olmadan kazanımla bitti. Türk, Kürt ve Suriyeli işçilerin yevmiyeleri arttırıldı. İzmir Torbalı’da ise, mülteci işçilere karşı kışkırtılan ve hatta saldırılara karışan yerli tarım işçileri, ayrımcılığı bir kenara bırakarak, ortak grevde buluştular. 8 saat çalışma sınırının getirildiği ilçede, yevmiyeler yeniden belirlendi.[12]
• Ocak 2022’de gerçekleşen fiili 120 iş bırakma eylemine Antep’ten Suriyeli tekstil işçileri de katıldı. Ayrıca sendikada örgütlenen kimi Suriyeli işçiler işten atılarak direnişe katıldı.[13]
• İstanbul Beylikdüzü’nde bulunan bir et fabrikasında 5 yıldır çalışan Suriyeli Meryem, sendikal örgütlenme nedeniyle işten atıldı. Türkiyeli işçilerle ortak hareket eden Meryem, sendikalaşma çabasının ardından işyerinde diğer işçilerin kendisine olan bakışının değiştiğini söyledi. Mücadele öncesinde işçilerin kendisini “ağlatacak” kadar ayrımcılık yaptığını ifade eden Meryem, ardından “Sadece kendim için değil, tüm işçiler için mücadele ettim. Yine yaparım” dedi. İşçilerin üye olduğu DİSK’e bağlı Gıda-İş Genel Sekreteri Olcay Ozak ise, “Patronlar işbirliği yaparken birbirlerinin milletine değil çıkarına bakıyor. Bizler de işçi sınıfı olarak her milletten işçiyle birlikte mücadele ederek daha yaşanılır bir hayatı inşa edebiliriz” diye konuştu.[14]
• İzmir’de bulunan Işıkkent Ayakkabıcılar Sitesi’nde çalışan Türkiyeli ve Suriyeli işçiler, site içinde ortak eylem yaptı. “Sayacılar dışarı” ve “İşçiler kardeş, patronlar kalleş” sloganları atan işçiler, site meydanında bir araya gelerek basın açıklaması yaptı…”[15] Oysa aynı işyerinde 2 yıl önce yerli işçiler “Suriyeli işçi istemiyoruz” diye yürüyüş yapmışlardı!
Ve iş cinayetlerine karşı dayanışma eylemleri… İzmir’de yakılarak öldürülen 3 Suriyeli işçi için Emek Partisi İzmir İl Örgütü işçilerin mezarı başında açıklama yaptı. İstanbul Büyükçekmece ve Güngören’de yaşanan iş cinayetlerine karşı DİSK Gıda-İş ile emek ve demokrasi güçlerinin katılımıyla eylemler yapıldı. Sorumluların cezalandırılması istendi. Tekstil işçisi Ali el Hemdan cinayeti de Adana Barosu, emek ve demokrasi güçlerinin çabasıyla örtbas edilmekten kurtuldu, polis ceza aldı.
Bir örnek de Fransa’dan vererek kesitleri tamamlayalım: Fransa’da emeklilik yasasını bahane eden Macron, göçmen işçileri hedef gösterdi. CGT sendikası ise “kağıtsız işçiler” olarak ifade edilen güvencesiz göçmen işçileri fiilen genel greve kattı. Patronlar geri adım atmak zorunda kaldılar.[16]
Açık ki, yerlisiyle göçmeniyle işçi sınıfı kendi mücadelesinden öğrenerek ilerliyor. İşçiler sermayenin saldırılarına karşı ortak hafıza ve tecrübe biriktiriyor. Son dönemde Suriyeli işçilerin WhatsApp grupları üzerinden örgütlenerek fabrikalarda ücret pazarlığı yaptığı da biliniyor. Elbette bu girişimler modern ve ortak bir sendikal örgütlenmeyle birleşmezse işçi simsarlarının, komisyoncuların ağına da dönüşme riski de taşır. Öte yandan bugün hala daha çok alt işlerde ve enformel sektörlerde baş gösteren ortak hak mücadelelerinin modern sanayi işçileri içinde de tartışılması, bütün bunların yerlisiyle göçmeniyle ortak bir örgütlenme fikrine dönüşmesi gerekiyor. Çünkü kapitalistler, yedek işçi ordusu olarak göçmen işçileri büyük fabrikalarda da güvencesiz olarak istihdam etmek istiyor. İşçi sınıfının geleceği, şüphe yok ki modern sanayide, ana işletmelerde, ağır sanayide ve temel hizmet sektörlerindeki örgütlenmeye bağlı. Ve işçi sınıfı bütün bu alanlarda göçmen işçilerin örgütlenmesini de şimdiden gündeme alan bir strateji kurmak zorundadır.
Sosyalistlerin görevi, sermayenin yeni göç stratejisini teşhir ederek işçileri aydınlatmaktır. Burada yalpalamaya yer yoktur. Çünkü sorun kapitalizme içkin sınıfsal bir sorundur ve bir o kadar da politiktir. Söz konusu olan kapitalist sömürü düzenine karşı mücadele ise, göçmen proleterlerin de sınıf mücadelesine ve sosyalist mücadeleye dâhil edilmeleri gerekir. Ne göçmen ne de yerli işçiler sermaye partileri karşısında seçeneksizdir. Çünkü Türkiye’de sınıfın devrimci bir partisi vardır.
İşçi sınıfının devrimci partisi şu ya da bu milletten işçilerin partisi değil, ama ancak ülkede yaşayan bütün millet ve milliyetlerden işçi sınıfının partisi olabilir ve ancak böyle bir parti işçi sınıfının mücadelesine yön verip burjuvaziye ve gericiliğe karşı mücadelesinde sınıfı yönetebilir.
Sonuç Olarak
Kapitalizm emek düşmanı, işçi düşmanı bir sömürü düzenidir. Milyonlarca mülteci ve göçmenin sömürü çarklarına çekilerek ucuz, güvencesiz işgücü olarak kullanılması kapitalizmin bir diğer yüzüdür. Göçmen işçilerin yerli işçilere düşman gösterildiği, rekabete zorlandığı bir süreçtir bu. Yerinden yurdundan etmelerin, zorunlu göçlerin sona ermesi ve insanların mülteci durumuna düşmediği bir dünyaya kavuşabilmek, işçi sınıfının tek tek ülkelerde ve uluslararası planda kapitalizmden kurtuluş mücadelesine bağlıdır. Sosyalizm, işçileri ve göçmenleri kurtuluşa götürecek tek seçenektir.
Göçmen işçiler, Türkiye işçi sınıfının, toplamda ise uluslararası işçi sınıfının parçasıdır. Bu nedenle işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeden bağımsız bir mücadele rotası oluşturması zorunluluktur. Proletarya enternasyonalizmi bütün işçiler için temel ilke olmalıdır. Bunun için uluslararası sermayeye yedeklenmiş göç stratejilerinin reddedilmesi gerekir. Sınıf sendikacılığı, göç ve göçmen işçilere bakışta farkını ortaya koymak durumundadır. Göçmen işgücü transferinde kapitalizmin merkez üslerinden biri haline gelen Türkiye, yerli ve göçmen işçilerin ortak hak mücadelesi ve örgütlenmesi bakımından da önemi artan bir ülkedir. 11 yıl böyle gelmiş ve böyle gitmeyecekse eğer; burada elbette sınıf partisinin takınacağı tavır ve örgütleyeceği pratik başat önemdedir.
[1] IOM (2019) World Migration Report 2020, https://publications.iom.int/system/files/pdf/wmr_2020.pdf
[2] ILO (2021) ILO Küresel Yabancı Göçmen İşçi Tahminleri, https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/—europe/—ro-geneva/—ilo-ankara/documents/genericdocument/wcms_811865.pdf
[3] ITUC (t.y.) L20, https://www.ituc-csi.org/l20?lang=en
[4] Akdeniz, E. (2020) “AB’nin mültecilerle savaşı: 10 soruda ‘yeni göç ve iltica planı’”, Evrensel, https://www.evrensel.net/yazi/87237/abnin-multecilerle-savasi-10-soruda-yeni-goc-ve-iltica-plani
[5] Mülteciler Derneği (2020) “Türkiye’de Çalışma İzni Verilen Suriyeli Sayısı”, https://multeciler.org.tr/turkiyede-calisma-izni-verilen-suriyeli-sayisi/
[6] Cumhuriyet (2021) “AKP’li Özhaseki’den ‘mülteci’ açıklaması: Sanayiyi onlar ayakta tutuyor; gönderemezsiniz”, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/akpli-ozhasekiden-multeci-aciklamasi-sanayiyi-onlar-ayakta-tutuyor-gonderemezsiniz-1855656
[7] Sözcü (2022) “Süleyman Soylu: Suriyeliler gidince önce o iş adamları isyan edecek”, https://www.sozcu.com.tr/2022/gundem/bakan-soylu-duyurdu-otoyollarda-hiz-limiti-artiyor-7117013/
[8] TİSK (2015) “Türk İş Dünyasının Türkiye’deki Suriyeliler Konusundaki Görüş, Beklenti ve Önerileri”, https://www.tisk.org.tr/dokuman/turk-is-dunyasinin-turkiyedeki-suriyeliler-konusundaki-gorus–beklenti-ve-onerileri-2015.pdf
[9] TİSK (2020) “Göçmenlerin İş Gücü Piyasasına Uyum Raporu”, https://www.tisk.org.tr/dokuman/gocmenlerin-is-gucu-piyasasina-uyum-raporu.pdf
[10] Akdeniz, E. (2020) “Türk-İş’in Suriyeliler araştırması ne söylüyor ne söylemiyor?”, Evrensel,
[11] Akkaş, C ve M. Baylav (2017) “Saya işçileri ön yargıları aşarak kazandı”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/331882/saya-iscileri-on-yargilari-asarak-kazandi
[12] Ud, M. (2018) “Türkiyeli ve Suriyeli tarım işçilerinin birliği sonuç verdi”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/356941/turkiyeli-ve-suriyeli-tarim-iscilerinin-birligi-sonuc-verdi
[13] Kaya, A. (2021) “Türk ve Suriyeli işçiler yan yana grevde”, Sözcü, https://www.sozcu.com.tr/2021/gundem/turk-ve-suriyeli-isciler-yan-yana-grevde-6616225/
[14] Tok, H. ve E. Ergine (2022) “Suriyeli işçi Türkiyeli işçilerle birlikte hakkını aradı, işten atıldı: Yine yaparım”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/461394/suriyeli-isci-turkiyeli-iscilerle-birlikte-hakkini-aradi-isten-atildi-yine-yaparim
[15] GazeteDuvar (2017) “İzmir’de, Türkiyeli ve Suriyeli işçiler ortak eylem yaptı”, https://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2017/09/21/izmirde-turkiyeli-ve-suriyeli-isciler-ortak-eylem-yapti
[16] Uztopal, D. (2019) “150 göçmen işçi, Fransa işçi sınıfına katılma mücadelesini nasıl kazandı?”, Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/388639/150-gocmen-isci-fransa-isci-sinifina-katilma-mucadelesini-nasil-kazandi
31 Ekim 2022
https://teoriveeylem.net/tr/2022/10/31/turkiyede-gocmen-isciler-sinif-mucadelesi-ve-sosyalist-bakis/