Bu göğün üzerinde evren sonsuz uzayıp gider. Gece çöktüğünde, o sonsuz karanlığa ışık demetleri asılır. Elini uzatsan hani, yıldızlar avucuna dolar. Geçen yıl bu zamanlar, çevre köyleri dahi derinden etkileyen dramatik bir olay yaşandı. Yerinde dinledim.
***
O gün, mavi gökte bulutlar adeta çıldırmışlar: öylesine berrak, öylesine yakın. Hava sıcakmış, teni yakan nemsiz bir sıcak. Bulutlara başı değen dağlar çıplak, vadide beliren köy yemyeşil. En heybetli kavakların başı çektiği ağaç ordusu yapraklarını rüzgâra tutarak şarkılar söylemekteymiş. Soğuk dağ suları önce pınarlara, sonra çayırlara can veren dolambaçlı su yollarına bölünerek her zamanki gibi ahırın önünden geçmekteymiş.
Mezradan köye doğru inerken görünen ilk ahır, Mikail amcaların ahırıdır. Yanı başında iki köy okulu ve üzeri otlar, çiçeklerle kaplı büyük bir top sahası vardır. Köyün iki okulu kapalı. Top sahasında en son ne zaman maç yapıldı, kim bilir? Kale direkleri uzun zamandır filesiz ve bir başına. Taş duvarlı ahırın dört yanı beyaz papatyalar, kızıl gelinciklerle kaplı. Arılar, kelebekler, çekirgeler, uğur böcekleri, peygamber develeri, karıncalar çiçek tarlalarını yine mekân eylemişler. Ahırı çevreleyen tezekten duvarın üzerinde bok böcekleri, kara sinek bulutları, hele de at sinekleri yine eksik olmamış.
Tuhaf… O gün ahırın etrafında gergin bir insan kalabalığı birikmiş. Kadınlı erkekli köylülerin yanında askerler de varmış.
“İzin verin vuralım amca…”
“Vurmayın oğlum, hem ne günahı var ki?”
Mikail amca yaralıymış. Herkes ne diyeceğini merakla beklerken askere “vurmayın” demiş! Kolu kırılmış, etleri ezilmiş, birkaç kaburga kemiği de kırılmış amcanın.
Kadınlardan bazıları çığlık çığlığa ağlıyor, kendilerini oradan oraya atıyorlarmış. Yolunmuş saçlar elde, Zaza’ca ağıtlar yakıyorlarmış.
Ahırın içinde korkunç gürültüler… Köylüler ne yapsalar ne etseler içeri girememişler. Panik, korku ve çaresizlik bir arada. Zira ahırın içinde bir yaralı daha varmış.
Köylüler dışarıda bağırıyor, Feleknaz teyze ahırın içinde boylu boyunca ve kanlar içinde yatıyormuş. Öfkesinden deliye dönen boğa sanki Azrail olmuş, Feleknaz teyzenin canının çıkmasını bekliyormuş. Yaşlı kadın kımıldasa boğa yeniden taarruza geçecek! Boynuzları keskin iki kılıç ve başı demirden bir gürz teyzenin tepesinde saatlerce beklemiş. Boğa, tanınmaz hale gelmiş bedene kimseyi yaklaştırmıyormuş. Ah ki ne ah, Feleknaz teyzenin vücudunda kırılmadık kemik kalmamış.
“Kaderine böyle yazılmış” diyor köylülerden biri. Akrabası Mikail amcayı kurtarmak için ahıra ilk koşan Feleknaz teyzeymiş. Teyzenin üzerinde kırmızı bir elbise. Kırmızı renk boğayı iyice delirtmiş. Boğa onu kaç kere duvara vurmuş, kaç defa yerde sürmüş kim bilir?
Bir süre sonra köye ilçenin kasabı gelmiş. Mikail amcanın oluruyla hayvanı satın almış. İğneyle bayıltıp öyle çıkarmışlar hayvanı. Sonra kamyonete yükleyip ilçenin yolunu tutmuşlar. Feleknaz teyze başka bir araçtaymış. İlçe devlet hastanesine götürseler de kurtulamamış.
***
Mavi göğün, çılgın bulutların, coşkun pınarların, papatya ve gelincik kokularının ortasında otlanmak varken… Sen kalk, onu aylarca ahıra kapat. Karanlık bir ahırın içinde bağlı hayvan delirmesin de ne yapsın? Böyle diyor bazı köylüler. Feleknaz teyzeye ağlıyor ama hayvana da hak veriyorlar. Bir, bilemedin iki büyükbaş hayvan sahibi köylünün birbirinden öğrendiği yeni türde “besicilik” yöntemiymiş bu (!)
“Hayvanı içerde bağlı tutarsan yağlanır, etlenir, daha çok para eder. O yüzden ahıra kapatıyorlar. Ama boğa bu, yapılan çok tehlikeli. Lanet gitsin, para candan değerli mi? Artık bu işe son vermek lazım. Hem hayvana da yazık…” Böyle diyor işte hayvana hak verenler.
***
Ahırın etrafındaki kalabalık dağılırken, yaşlı bir kadın jandarmanın yanına varmış. Kızarak şunları söylemiş:
“Ya nasıl öyle durdunuz! Kadın yerde can çekişiyor, siz silah kullanmadınız? Allah aşkına neden vurmadınız, neden?”
Jandarma eri mahcup halde şu yanıtı vermiş:
“Teyze, hayvanın sahibi izin vermeden vurma yetkimiz yok. Amcaya sordum, vurmayın dedi. Ben vursam cezası var, askerliğim yanar. Hem seneye düğün yapacağım. Bunun cezası en az 15 bin lira olur. Nasıl öderim? Yuva da kuramam. İnan bana, amca he dese hemen çeker vururdum…”
***
“Boğa hemen oracıkta vurulmalıydı! Teyze belki kurtulurdu. Mikail amca askere izin vermeliydi, Para candan mı önemli?” Köylülerden böyle diyenler de var. Bunu diyenler Mikail amcaya biraz kırgın. Ama bir yas ortamında dilleri söylemeye varmıyor.
Farklı düşünenler de yok değil:
“Hayvanı vursan et para etmez. Köylünün elinde nesi var ki? Zaten Feleknaz teyze için çok geçti…”
***
Haklı olan kim?
Jandarma eri mi?
Mikail amca mı?
Yoksa kızgın boğa mı?
Bir zamanlar sadece bu köyde bile binlerle ifade edilen küçük ve büyükbaş hayvan sürüleri vardı. Çobanların sayısı iki elin parmaklarından fazlaydı. Hayvanlar yaylaya, yeşile, pınarın suyuna, otlaklara götürülürdü. Yağ bağlasın diye ahıra kapatmak diye bir şey yoktu. Tarım ve hayvancılığı bitme noktasına getirdiler. Köylü giderek mülksüzleşti.
Çatışmalı süreçte yayla yasakları geldi. Kente göç başladı. Köyde neredeyse genç kalmadı. Nüfus yaşlandı. Yeter öğrenci sayısını bulamayan okullar kapandı. Köyler Afgan çobanları arar hale geldi.
Belki de herkes haklı. Zira haklı olanı ya da olmayanı işte bu sosyo ekonomik, siyasal arka planda düşünmeli. Jandarma erinin yoksulluk öyküsü de bu arka plana tabi.
***
Haberin gerçekliğinde ve objektifliğinde görünür kısım çok önemli. İlke TV bu mecraya güçlü bir adımla girdi. Haberin görünür kısmı kadar görünmeyen arka planına da bakmalı. “Haberiniz Olsun” derken bunu da prensibe dönüştürüyor İlke TV.
İlke TV ailesine katılmak benim için onur.
Yeni yazılar ve programlarda görüşmek üzere…