“Eyyy büyük Almanya, biz sizden hiçbir şey istemiyoruz. Ya 21 yaşındaki oğlumuzu geri verin ya da caddenin adını değiştirin…”
Acılı baba İsmail Yozgat, oğlunu öldüren Neonaziler hakkında açıklanan mahkeme kararına böyle isyan ediyordu. Oğlu Halil Yozgat’ı vurulmuş halde gören ilk tanık da kendisiydi. Ama 5 yıllık adalet arayışı hüsranla sonuçlanmıştı. Evladının isminin, onun katledildiği caddeye verilmesine bile izin verilmemişti. (Çok sonra, caddeye yakın bir meydana Halil’in adı verilecekti.)
Büfeci Halil Yozgat, 1990’lardan itibaren Almanya’da ırkçı cinayetlerde öldürülen 208 kurbandan biriydi. Saldırılarda hayatını kaybedenlerin 30’u Türkiyeliydi. Federal Kriminal Dairesi tarafından “dönerci cinayetleri” diye lanse edilen kanlı eylemlerde; 8’i Türkiyeli biri Yunanistanlı 9 göçmen ve bir de polis öldürülmüştü. Kurbanların isimleri Enver Şimşek, Abrurrahim Özüdoğru, Süleyman Taşköprü, Habil Kılıç, Mehmet Turgut, İsmail Yaşar, Mehmet Kubaşık, Halil Yozgat, Theodoros Boulgarides ve Michêle Kiesewetter’di. Seri cinayetlerin altında ise Nazi terör örgütü NSU’nun (Nasyonal Sosyalist Yeraltı) imzası vardı.
Evrensel Gazetesi Avrupa Temsilcisi Yücel Özdemir, Kor Kitap’tan çıkan “NSU Cinayetleri”nde, bu karanlık örgütü ve arkasındaki bağlantıları inceliyor. Dava sürecini başından sonuna takip eden Özdemir, titiz gazeteciliği ile tarihsel bir belgeye imza atmış. Kitap sadece Almanya’daki ırkçı cinayetleri değil, dünyada yükselen/yükseltilen ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını anlamamıza da yardımcı oluyor.
NSU CİNAYETLERİNDEN NOTLAR
Kitabı bir solukta okudum. “Göç, mülteciler ve ırkçılık” üzerine çalışma yapanların her daim el altında bulundurması gereken bir kitap olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. İşte kitaptan aldığım notlar:
– NSU cinayetlerinde öldürülen Türkiyeli göçmenler esnaflık yapan insanlar. Bu insanlar ’60’larda Almanya’yı ayağa kaldıran gurbetçi işçilerimizin çocukları. Faşistlerin vermek istediği mesaj ise çok açık: Milyonlarca göçmen arasında tedirginlik ve panik yaratmak ve onların Almanya’dan gitmelerini sağlamak.
– 1990’da Berlin duvarının yıkılmasıyla ırkçılık yükselişe geçiyor. Eski Doğu Almanya’da kabaran işsizler ordusu, Nazi artığı partilerin örgütlenme sahası oluyor. İşsizliğin nedenini göçmenlere bağlayan sağcı akımlar yabancı düşmanlığını körüklüyor. NSU cinayetlerinde katillerin eski Doğu Almanya kenti Jena’dan çıkması da bunun bir kanıtı. Organize şiddet bir yandan sol, sosyalist hareketleri diğer yandan göçmenleri hedef almaya başlıyor.
– NSU’nun ölüm çetesi Almanya’da şehirleri karavanla geziyor! Ölüm rotasında 11 yılda 10 kişi katlediliyor. İşlenen cinayetlerde aynı marka silah kullanılıyor. Yani seri cinayetlere adeta yol verilmiş. Örgütün içinde, çevresinde istihbarat birimleri cirit atmasına rağmen kanlı terör eylemleri durmuyor! Çünkü polis teşkilatında ırkçılar yuvalanırken istihbarat elemanları hem devlete hem de NSU’ya çalışan çift taraflı bir oyun oynuyor. Yani devletin atadığı kimi istihbaratçılar aslında katillerle iş birliği yapan faşistler.
– Bir tesadüf eseri yakayı ele veren çete elemanları şüpheli biçimde “ölmeye” başlıyor ya da ortadan kaldırılıyor. Belgeler, evraklar yakılıyor, deliller yok ediliyor. Bütün bu tuhaf gelişmeler “İş bitince çetenin fişi mi çekildi” sorusunu akla getiriyor.
– Mahkeme sürecinde mağdur göçmen aileler “mafya bağlantıları”, “iç hesaplaşma” gibi akıl almaz suçlamalarla karşılaşıyor! Davalarının haklı olduğunu anlatmak için binbir çileye katlanıyorlar. Avukatlara tehdit mesajları gidiyor. Medya, finalde bir Neonaziye verilen müebbet hapsi öne çıkarırken, diğer kişilere verilen hafif cezaların adeta üzerini örtüyor.
– Mahkeme süreci ile birlikte devletin faşizmle ve ırkçılıkla yüzleşme imkanı da ustaca taca atılıyor. Zira Neonazi yapılanmasının kökleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında Alman polis teşkilatında palazlandırılan eski Nazi subaylarına kadar uzanıyor.
PEKİ, TÜRKİYE’DEKİ CİNAYETLERE NE DEMELİ?
Almanya ve Avrupa’da göçmenler bugün hâlâ ırkçı saldırıların hedefi ve hemen her yerde çok tedirginler. NSU Cinayetleri kitabı bize bunun nedensiz olmadığını söylüyor. Çünkü burjuva devletlerin uyguladığı “mülteci/göçmen politikaları”, işlerine gelince ırkçılık ve yabancı düşmanlığından geri durmadıklarını da gösteriyor.
Tam da burada merceği son dönem Türkiye’de işlenen mülteci cinayetlerine çevirmek gerek. Zira temmuz ayından bu yana ülkenin farklı kentlerinde; Hamza Acan (17), Muayyıd el Mılhım (24), Abdulkadir Davud (21), Selahattin el Hasan Elcunid (27), Eymenh Hammamı (16), Muhammed el Halid (20), Muhammed Dip Hurih (27) adlı Suriyeli mülteciler şiddet eylemlerinde öldürüldüler. Bu insanların hemen hepsi işçiydi. Aynı dönemde basına bazı Afgan işçilerin katledildiği haberleri de yansıdı. Haber yapılamayan ne kadar mülteci cinayeti var, doğrusu bunu bilmiyoruz.
Sözünü ettiğim bu cinayetler elbette tek merkezde organize edilip Almanya’daki gibi seri biçimde işlenmedi. Ama eli kana bulanan kişilerin çoğunlukla yoksul emekçi çocuklar olması ve işsizliğin, yoksulluğun sebebini mültecilere bağlamaları nefretin ortak kökenine işaret ediyor. Türkiye’de yabancı düşmanlığı ve ırkçı söylemi körüklemekten geri durmayan siyasal akım ve aktörler ise bir başka büyük dert. İki etken birleştiğinde, karşımıza “kendiliğindenmiş” gibi görünen ama hiç de öyle olmayan korkunç bir cinayetler zinciri çıkıyor.
Daha vahimi önü alınmazsa eğer; işsiz lümpen proleterler arasından yükselen “kendiliğinden” nefret ile siyasal ırkçı yönlendirmeler, örgütlü/organize bir şiddet terörüne doğru yol alabilir.
26 Ekim 2020