On dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının son büyük savaşı 1870’lerde sona ermişti. Ne var ki barış kutlamaları için göğe fırlatılan havai fişekler, tahrip gücü yüksek silahların esin kaynağı olacaktı. Modern kimya, nitrogliserin ve pamuk barutu savaş alanına taşınacak, mermilerin içine güçlü patlayıcılar konacaktı.
Bundan böyle, top atışlarında ateşleyenin yeri belli olmayacaktı. Üstelik silah menzili olağanüstü derecede genişlemişti. Siperde ölüm, artık haber vermeden geliyordu. Askerler üzerinde yeni ve büyük travmatik sonuçları olan bir durumdu bu.
Birinci Dünya Savaşı’ndan bir yıl önce, 1913’de, Uluslararası 17’nci Tıp Kongresi toplandı. Sekiz bin hekimin katıldığı kongreye Edward İngiltere’si ev sahipliği yapacak, hekimler Londra’da çeşitli temaslarda bulunacaktı. Tıp Kongresi, 16 Ağustos 1913’te, savaşı önceden sezmiş gibi şu kapanış konuşmasıyla sona erecekti: “Şüpheye imkân vermeyecek şekilde mukaddes sulhtan yana hareket edelim.”
Bir yıl sonra, emperyalist paylaşım savaşında devletler birbirine girmişlerdi. 1914-15 kışında İngiliz ordusunun Fransa’daki hastanelerine tuhaf vakalar gelmeye başladı. Göremeyen, koku alamayan, düzgün tat alamayan, belleklerini yitirmiş, çişini kakasını yapamayan askerlerdi bunlar. Vücutlarında fiziksel bir yaralanma olmadığı halde sinir sistemleri çökmüştü. Çok geçmeden hastalığın nedeni bulunacaktı: “Gülle şoku”! Top mermilerinin düştüğü siperlerde askerler paramparça olurken; sağ kurtulanlar patlamaların basıncı ve gürültüsü arasında asabiyet kazanıyor, zihin ve hafızalarını yitiriyor, kötürüm kalıyorlardı.
Savaş, psikiyatrlar için her kuramın sınandığı bir laboratuvar alanıydı. Tam da burada, hekimler arasında, “gülle şoku” tedavisine dair keskin bir bölünme baş gösterdi: “Analizciler” ve “Gerçekçiler”.
“Analizciler”, hastalardaki semptomların karmaşık yönlerini analiz ederek, bu semptomları belirli bir bütünlüğe kavuşturmakla; “Gerçekçiler” ise hastaları en kısa zamanda yeniden savaşacak hale getirmekle ilgileniyordu. İşin kötüsü, psikiyatrlar savaş koşullarında daha çok askeri doktorlardı ve görevleri, savaşın kazanılması uğruna “savaş gücünü” ayakta tutmaktı. Onlara biçilen esas rol, askerleri cepheye geri yollamaktı.
Savaşın ortasına gelindiğinde, 1916 yılında İngiliz Tabip Teğmen Kirkwood bu gidişe dur dedi. Kendisine gelen vakaların çoğunu hasta olarak rapor etti ve cepheye göndermedi. Ödülü ise ordudan azledilmek oldu! Ta ki Sir Arhurt Sloggert devreye girene ve “Tabip subay günah keçisi yapılmıştır” diyene kadar.
Bu saatten sonra artık yeni bir tartışma gündeme gelecekti: “Ordunun ihtiyaçlarıyla hasta bireylerin ihtiyaçlarını uzlaştırmak mümkün olabilir miydi?” Elbette bu tartışma, egemenler eliyle Hipokrat yeminini bir kenara itmek için ortaya atılmıştı.
***
Yüz yıl sonra bugün, sıcak bir dünya savaşından söz edemeyiz. Ama pandemi savaşından söz edebiliriz. Hem koronavirüse karşı bir savaş bu, hem de salgın ortamında devletlerin birbiriyle didişme hali. Salgın koşullarında hekimlik ve bilimsel etik ise, tıpkı savaş zamanlarında olduğu gibi yine kapitalist çarkların, para baronlarının ve hükümetlerin baskısı altında.
Bizim memlekette de durum farklı değil. Bilim insanları koronavirüs konusunda uyarıyor: “Tehlike hala geçmedi”, “İkinci dalgaya karşı tedbiri elden bırakmayalım”, “Vaka oranı sıfırlanmadıkça bu iş bitti denemez”. Dinleyen kim? 11 Mayıs’ta AVM’ler açılmadı mı? Enfeksiyon uzmanları AVM’lerin açılmasını sakıncalı bulduğu halde bu karar göstere göstere alınmadı mı?
Bugün 1 Haziran. “Yeni normalleşme” denen sürecin en radikal kararları bugün uygulamada: şehirlerarası ulaşım kısıtlaması kalktı, uzmanlar olmaz dediği halde kreşler bile açıldı! AVM’lerin yanında parkların açılması ise vatandaş için teselli kaynağı! Ama risk büyük, bunu ben değil uzman hekimler söylüyor.
Uzman hekim demişken; bakıyoruz, ekrana çıkan uzman hekimler hep şunu söylüyor: “Bize kalsa 1 Haziran erken bir tarih, ama işin bir de ekonomik boyutu var, ona devleti yönetenler karar verir.” İyi de geçtiğimiz 2.5 ay boyunca işçilere bir tek gün “ücretli izni” reva görmeyip, cümlesini salgının ortasında fabrikalara gönderenler hükümet edenler değil miydi? Ön cephede kahramanlığı alkışlanan sağlıkçıların “eşit ücret” talebini görmezden gelenler kimlerdi? Hekimlerin örgütü TTB, Bilim Kuruluna neden dahil edilmedi? Hal bu iken, kimi hekimlerin tavsiye pozisyonuna geçip bütün tercihleri siyasi erke bırakması; oportünizm dayatmasını ve Hipokrat yemininin bir kenara itilmesini hatırlatıyor.
Tıpkı geçtiğimiz yüzyılda, gülle şokuna uğramış askerleri, tedavileri bile sağlanmadan savaş bölgesine gönderen siyasi irade gibi; bugün de işçiler, emekçiler salgın riskine rağmen makine ve tezgâh başına gönderiliyor. Bütün dert sermayenin çarklarının dönmesi! Baskı altına alınan hekimler ise sus pus edilerek, Hipokrat yeminlerini unutmaya zorlanıyor.
Elbette hayat (kademeli olarak) normale dönsün. Dönmesin diyen yok. Ama sermaye ve hükümetlerinin insan sağlığını hafife alan, yok sayan normali bizim normalimiz değil.
(Makale için Ben Shephard’ın “Sinir Savaşı” kitabından yararlandım. Literatür Yayınları/2006 yılı basımı)
31 Mayıs 2020
https://www.evrensel.net/yazi/86458/sermayenin-normali-bizim-normalimiz-degil