Bugünkü yazımızın konusu Suriye’de kurulacak ‘güvenli bölgeler’ ve mültecilerin geri gönderilmesi üzerine. Ama İngiltere’de, bir tırın içinde feci şekilde can veren mülteciler de bir o kadar önemli ve konumuzla yakından ilgili.
39 MÜLTECİNİN FAİLİ KİM?
İngiltere’nin Essex kentinde, bir tırın kasasında 39 göçmenin cansız bedeni bulundu. Ölenler Uzak Asyalıydı. Donarak mı yoksa havasızlıktan mı öldüler, bunu otopsi raporları açıklayacak.
Kritik soru şu: Nasıl oluyor da bu insanlar, dünyanın bir ucundan yola çıkarak (üstelik kıtalar ve denizler aşarak) Britanya adasına ulaşmayı akıllarına koyabiliyorlar? Ve en ölümcül riskleri göze alarak bir tırın kasasına doluşabiliyorlar?
Şanghay’da aylık 300 dolara çalışan bir işçi, asgari ücretin 1500 avro olduğu Londra’da “kaçak işçi” olarak çalışsa bile bunun fazlasını alıyor. Hindistan’a, Vietnam’a ya da Bangladeş’e doğru gittiğinizde makas daha da açılıyor. Göçün, büyüyen dalgalar halinde merkez kapitalist ülkeleri dövmesinin bir nedeni de bu. Diğer nedenler; savaşlar, açlık, kuraklık ve kitlesel hastalıklar.
Göç dalgalarının dev silueti Britanya ve Avrupa’da korkuya neden olsa da kestiği ağacın gölgesinden bile kâr etmeyi düşünen kapitalizm için bu durum aynı zamanda bir fırsat! “Göçmen emeğinin küresel kalkınma için kullanılması” boşa söylenmiyor ne de olsa.
Hal bu iken; bir tırın kasasında vuku bulan “toplu cinayetin” faillerini sadece İrlandalı bir şoförde ya da bir tacirler şebekesinde aramak ne kadar adil? Zira cinayet perdesinin arkasında küresel ölçekte tekelleşmiş bir sömürü sistemi duruyor.
BİR BLOKAJ MODELİ DAHA
Vietnam ve Çin’den Britanya’ya uzanan göç hikayesinden projeksiyonu Türkiye’ye çevirelim. Zira Türkiye doğu ile batı, güney ile kuzey arasında “transit” konuma sahip bir ülke. Geri Kabul Antlaşması’ndan beridir de mülteci geçişlerinde “filtre” konumunda. Ne demek bu? Türkiye’nin göç akınları karşısında Avrupa’nın önünde bir duvar gibi dikilmesi demek. Kalifiye mültecilerin süzülerek merkez kapitalist ülkelere transfer edilmesi demek. Ayrıca ucuz mülteci emeği üzerinden Türkiye’nin “AB’nin Çin’i” olması demek.
Ve şimdi Türkiye’nin önünde göçe karşı mücadelede yeni bir yöntem var: Güvenli bölgeler.
Peki, bu sadece Türkiye’nin mi gündemi? Elbette değil. Çünkü küresel göç hareketleri, göçmen/mülteci pazarlıkları ve göç emeğinin kapitalist kanallara akıtılması bakımından Suriye’nin kuzeyinde kurulacak “güvenli bölgeler” dünya kapitalizmi (emperyalizm) için de bir laboratuvar olacak. Tıpkı Geri Kabul Anlaşması’nda olduğu gibi, patenti Türkiye’ye ait yeni bir model bu. Böyle bir denemenin ise ne Türkiye işçi sınıfına ne de dünya işçilerine bir faydası var.
Hatırlarsak, geri kabul modeli Türkiye-Yunanistan hattından sonra Libya-İtalya hattında uygulanmıştı. Türkiye’de baraj kapağına takılanlar ucuz emek gücü olurken, Libya’da açıktan köle pazarları kurulmuştu. Dolayısıyla Türkiye’den sonra Libya hatta Meksika sınırında “güvenli bölge” denemelerine tanık olmak işten bile değil. Zira milenyum çağının yeni mülteci düzeninde, Suriye’nin kuzeyinden esinlenmiş bir seçenek bu.
DÖNÜŞ EĞİLİMİ YOK AMA İKTİDAR KARARLI
Mülteciler ‘güvenli bölgeye’ döner mi? Akademik çalışmalar ve sahada yapılan mülteci röportajları buna dair bir eğilim göstermiyor. Göç tarihi de geri dönüşlere dair yüzde 20-30’lar seviyesinde rakamlar veriyor.
Buna rağmen siyasi iradenin geri gönderme stratejisi ve açıkladığı projeler ciddiye alınmalı. Öyle görünüyor ki AKP hükümeti, şöyle ya da böyle Suriye’nin kuzeyinde 112 km’lik alana mültecileri yerleştirecek. Kurulacak yerleşim yerleri ÖSO’cular ve aileleri ile mi sınırlı kalır, İdlib’de sıkışıp kalmış cihatçılara mı açılır; yoksa çok daha geniş bir mülteci kitlesini mi içine alır, bunu şimdiden söylemek zor. Ama dış politikadaki agresif ısrar ve iç politikada ‘Suriyeli ön yargısı’ üzerinden konsolide edilmek istenen oylar artık bu yoldan geri dönülmeyeceğini gösteriyor. Ok yaydan çıktı bir kere.
İşin bir de güç dengeleri ve diplomasi ayağı var. Ki mülteciler konusunda Avrupa ve onun öncüsü Almanya diken üzerinde oturuyor. Haliyle güvenli bölge konusundaki siyasi ve askeri itirazlar, “mülteci tehdidi” karşısında ufalanıp etkisizleşiyor. Erdoğan’ın “açarız kapıları” tehdidi de bu durumu pekiştiriyor zaten. Gelinen yerde Almanya Savunma Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı çıtayı “ortak kurulacak güvenli bölgelere” kadar düşürdü. Ama Türkiye bunu bile kabul etmedi.
Kanımca önce AB, sonrasında BM (itiraz ve uyarılar eşliğinde) Türkiye’nin “güvenli bölgelere” mülteci yerleştirmesine teşne olacak. En azından denemek ve sonuçlarını görmek için. Zira Geri Kabul Anlaşması’nda model olan ve verilen görevi başarıyla icra eden Türkiye, ülkenin batısında kurduğu barajın yanına şimdi güneydoğu sınırında ikinci bir baraj tahkim ederek mültecileri daha sağlam bloke edebilir (!) Birinci barajın maliyeti AB’ye 3+3 milyar avro kadardı. Şimdi istenen rakam 28 avro civarında, arada bir yerlerde uzlaşılacak rakam kimseyi şaşırtmamalı. Fon temini için gündeme getirilen “uluslararası donörler toplantısı” da hafife alınmamalı.
HANDİKAPLAR NASIL AŞILACAK?
Siyasi söylem ne kadar radikal olursa olsun, mültecilerin geri gönderilmesi o kadar da kolay değil. Bunu herkes biliyor. Çünkü bu konuda proje sahiplerinin çok ciddi handikapları var. Nedir bunlar?
Öncelikle adı geçen alanda 8 yıl boyunca kaç kez haritaların rengi değişti, buna bakmak lazım. Zira siyah renkte “İslam Devleti”, sarı renkte “Kürt hakimiyeti”, kırmızı renkte “Rejim denetimi”, yeşil renkte “ÖSO bölgesi”, mavi renkte “Türkiye barış koridoru” gibi alanlar coğrafyada sürekli yer değiştirip durdu. ABD, Rusya, İran, Çin, AB etkisini saymıyoruz bile. Hâlâ değişken özelliğe sahip bu bölgeler “güvenli bölgeler” olarak adlandırılsa bile potansiyel çatışma özellikleri taşıyor. Çatışma bölgelerinde kentlerin inşası ve mültecilerin geri gönderilmesi ise büyük bir handikap.
Bir diğer handikap, mültecilerin ayak bastığı yerde kaydedilmesi ve bir kez damgalandıktan sonra, başka yere sığınma şansını yitirecek olması. Bu yanıyla yeni kurulacak şehirler dünyanın en büyük mülteci kampları haline gelebilir. Ki bunu hisseden mülteciler projeye oldukça mesafeli. İstanbul’da uygulamaya başlanan il dışına/sınır dışına gönderme denemeleri de bunun tecrübesi oldu zaten.
Saha röportajlarının gösterdiği üzere; mülteciler projede yer alan evlere, bahçelere maddi karşılık olmadan sahip olabileceklerine inanmıyor. İstihdam ve sosyal güvence konusunda da benzer kaygılardan söz konusu. Handikap silsilesine son bir not: Suriyeli mültecilerin Türkiye’de kaldığı kamplarda sayı 250 binlerden 60 binlere düştü. Yani kamplar hiçbir zaman tercih olmadı. Kamplar başta olmak üzere çocuk ve kadın istismarı vakaları da korkunç boyutta. Zira sadece mülteci çocuklara yönelik cinsel saldırı vakaları yüzde 736’lar seviyesine tırmandı! İçeride hal bu iken sınır ötesinde güvenceler nasıl sağlanacak?
Dolayısıyla proje sahipleri için bütün bu handikaplar ancak propaganda, kısa gün kârı teşvikler ya da zor yoluyla aşılabilir. Mültecilerin uluslararası koruma, gözlem ve hukuki güvence olmadan bir kâğıt imzalatılarak gönderilmesi ise asla gönüllü geri dönüşü karşılamaz.
PEKİ, NE ÖNERİYORUZ?
Öncelikle şunun altını çizmek lazım: “İçerde vatandaş tepkili, Suriyeliler ilelebet bizde mi kalacak?” hezeyanı ile önü arkası düşünülmeden iktidarın geri gönderme politikasına onay vermek büyük hata, ağır vebal olur.
Açık ki Suriyelilerin önemli bir bölümü Türkiye’de kalıcıdır ve onlar gitmeye zorlanamaz. Gitmek isteyen ama dönemeyenler için ise gönüllü geri dönüş yollarının açılması gerekir. Bunun için birincisi, tam bir siyasi çözüm ve Suriye’de demokratik, barışçıl ortamın pekişmiş olması gerekir. Bu ortam henüz sağlanmamıştır.
Gönüllü geri dönüşün ikinci koşulu ise uluslararası koruma ve uluslararası güvence için Suriyelilere bir türlü tanınmayan mülteci statüsünün tanınmasıdır. Suriyeliler ancak böylesi bir uluslararası güvence kazandıktan sonra gönüllü dönmeyi düşünebilirler. Gerçeklik budur. Türkiye işçi sınıfı ve ezilen emekçi halkların bu gerçekliği kavraması, enternasyonal bir tutum geliştirmek ve bu tarihsel sınavdan başarıyla geçmek için de önemlidir.
Dünya ve mülteciler sermaye programlarına, projelerine mahkum değil. Şili’ye, Lübnan’a, Irak’a, son dönem halk hareketlerine bakmak bunun için yeterlidir.
28 Ekim 2019