Bundan 9 yıl önce (29 Nisan 2011) Cilvegözü Sınır Kapısı’ndan ilk mülteci kafilesi girdiğinde sayı 252 idi. Göç İdaresine göre; geçici koruma kapsamındaki Suriyeli mülteci sayısı bugün (17 Nisan 2020 itibarıyla) 3 milyon 583 bin 584. Kaydı bulunmayan ya da Türkiye üzerinden geçip Avrupa’ya ulaşanlarla birlikte, bu sayının 4-5 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
Ortadoğu ve Suriye’de yeni Osmanlıcılığın dinmek bilmeyen “zafer” sevdası; göç ile birlikte mültecilerin yaşadığı sorunları da devasa boyutlara ulaştırdı. Türkiye’de yaşayan vatandaşlar, işçi ve emekçiler için de oldukça sorunlu, sıkıntılı bir süreçti bu. Çünkü bir noktadan sonra, hükümet tarafından kendi başına bırakılan mülteciler, kentlerin içine dağıldılar ve korunmasız, savunmasız şekilde yaşama tutunmaya çalıştılar. Kentlerde yaşayanlar kadar, ikinci bir göçe (bu kez iç göçe) mecbur kalan mülteciler de bir arada yaşamın gereklerine hazırlanmadı. Tıpkı yakın dönem dış politikası gibi, mülteci politikasının da iflasıydı bu. Gelinen aşamada Suriyelilerin yüzde 98.2’si şehirlerde yaşıyor. Kendi gettolarına sıkışıp kalmış, merdiven altı atölyelerde ucuz emek pazarına sürülmüş ve gerçekte kentlileşememiş tuhaf bir “kentli mülteciler” tablosu ile karşı karşıyayız.
Bu nüfus, verilerde de ortaya konduğu üzere genç bir nüfustur. Nitekim 15-24 yaş aralığındaki Suriyelilerin sayısı 748 bin 728’e ulaştı. Suriyeli mültecilerin yaş ortalaması ise 22.7’dir. Yani çok gençtir. Bu oran Türkiye nüfusunda (31 Aralık 2019 itibarıyla) yüzde 32.4’tür.
Bir de Suriyelilerin Türkiye nüfusuna oranına bakmak gerekir: Resmi rakamlara göre bu oran yüzde 4.3’tür. Kayıtlı olmayan rakamlarla ele alındığında yüzde 5 denebilir. Yani Türkiye’de yaşayan her 100 kişiden 5’i Suriyelidir. AKP hükümeti her ne kadar Suriyelilerin varlığını “geçici koruma” kapsamında tutmaya çalışsa da Suriyelilerin önemli bir bölümü artık Türkiye’de kalıcıdır. En çok da çocuklar, gençler ve yeni doğanlar kalıcıdır.
“Geçicilik” ya da “geçici koruma” kalıbı bu topraklarda yürümeyi, koşmayı, konuşmayı öğrenen mülteci gençlere artık dar geliyor. Böyle olduğu halde kalıcı bir statü ya da çözüme gidilmiyor. Türkiye’yi, hükümet ile yapılan anlaşmalar neticesinde bir “mülteci barajı” haline getiren AB ve emperyalist devletlerin de bunda payı var elbette.
“Geçicilik” avantajından sermaye kesimleri de nasipleniyor. Türkiye’de çoğu genç olan 1.5 milyon mülteci işçiye çalışma izni bir türlü verilmiyor. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı verilerine göre (31 Mart 2019) Türkiye’de çalışma izni verilen Suriyeli sayısı sadece 31 bin 185 kişi! Bu rakam Türkiye burjuvazisinin ve onunla birlikte çalışan çok uluslu şirketlerin aslında kayıt dışı sömürüyü ne kadar sevdiklerini de gösteriyor. Yedek işçi ordusu olarak genç mülteciler; merdiven altı üretimin, ucuz ve güvencesiz emeğin vazgeçilmezleri haline geliyor.
Meselenin bir de gelecek kısmı var. Göç ve demografi, yerinde sayıp duran olgular değildir. Her şey hızla değişir, yenilenir. Bugün Suriyeli mültecilerin 1 milyon 680 bin kadarı (yüzde 47’si) 0-18 yaş arası çocuklardan oluşuyor. Türkiye’ye çocukken gelen ya da dünyaya gözünü Türkiye’de açan yeni bir kuşaktan söz ediyoruz. İçişleri Bakanlığına göre Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı 450 bin civarında. Ayrıca Türkiye’de günde ortalama 500 civarında Suriyeli bebek doğuyor. Dolayısıyla Almanya’da Türkiyeli göçmen çocukları için kullanılan “birinci”, “ikinci”, “üçüncü” kuşak tanımları, öyle görünüyor ki, yakın zamanda Suriyeli mülteciler için de sayılmaya başlanacak. Kimsenin kaçamayacağı bir realitedir bu. Bu yüzden Türkiye’nin genç kuşakları içinde, her gün biraz daha Türkiyelileşen Suriyeli gençler, bir gelecek olgusu olarak gündemi zorlayacak görünüyor. Dışlanmışlık, kültürel çatışma, lümpenleşme, suç şebekelerinin ağına düşme, “kayıp kuşak” tartışmaları da bu realitenin bir başka yönünü oluşturuyor.
Yarın 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı.
Her yıl olduğu gibi Türkiye gençliğinin sorun ve talepleri bu 19 Mayıs’ın da tartışma başlıklarından biri olacak. İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü, eğitim kalitesi ve sınav sonuçlarının dünya ortalamasında alt seviyelere doğru yol aldığı, antidepresan kullanımının arttığı, özgürlük alanlarının baskılandığı, liyakat sisteminin ortadan kalkması nedeniyle yurt dışına beyin göçünün yaşandığı bugünkü Türkiye tablosunda, “Bu gidişat nasıl değişecek” sorusu da önemli bir başlık olsa gerek. AKP hükümetleri döneminde Atatürk’ün nasıl “anıldığı” da yine eleştiri konusu olacak.
Peki, gençliğin sorun ve talepleri ele alınırken bu topraklarda büyüyen ya da gözünü açan mülteci gençler yok sayılabilir mi? İlkokul, lise ve üniversitede aynı sırayı paylaşan; atölyede, inşaatta, tarlada birlikte vahşi emek sömürüsüne maruz kalan yerli ve mülteci gençlerin, böylesi bir ayrımdan ne kazançları olabilir! Oysa savaşa ve sömürüye karşı ortak gelecek arayışı, ön yargı duvarlarını da karşılıklı olarak kıracaktır.
Türkiye gençliğinin ve her gün biraz daha onun bir bileşeni haline gelen mülteci gençlerin geleceğini tartışmak, elbette sadece gençlere bırakılamaz. Çünkü gençlik aynı zamanda işçi sınıfının, bütün bir halkın geleceğidir.
Gençlerin sokaklarda işsiz gezmediği, mülteci işçi Ali el Hemdan (18) gibi polis kurşununa kurban gitmedikleri, sporcuların bahis çarkları dönsün diye sahalara sürülmediği bir gelecek dileği ile tüm gençlerin 19 Mayıs’ı kutlu olsun.
18 Mayıs 2020