Egemen siyaset, bir avuç mutlu azınlığın, burjuva saltanatın bekası uğruna milyonları sefalete sürüklüyor. Tek adam yönetiminde zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum daha da büyüdü.
İşsizlikten, yoksulluktan bunalmış işçi ve emekçiler, gelecekten ümidini kesmiş gençler, özgürlüğe hasret kalmış halk bir çıkış yolu arıyor. Türkiye’nin iki kutuplu burjuva siyasete sıkışmış olması ise aşılması gereken en büyük handikap. Bir yanda “Cumhur İttifakı” öte yanda “Millet İttifakı”. Her iki blok da sandığı işaret ediyor. Halka sunulan siyaset anlayışı 5 yılda bir gerçekleşen seçimlerde oy kullanmaktan ibaret! Peki siyaset sadece sandığa indirgenebilir mi?
AKP-MHP iktidarı gece kararnameleriyle ülkeyi yönetirken, siyasi partiler ve seçim yasası üzerinde antidemokratik düzenlemeler hazırlarken, hak arayan emekçilerin, şiddete karşı çıkan kadınların, özerk üniversite isteyen gençlerin tepesine binerken ve ülkede adım adım faşist bir rejimi inşa ederken, “Durun hele bir seçimler olsun, sandık gelsin” demiyor. Yani iktidar bloku halka karşı siyaseti son sürat ve günlük yapıyor. Gün yetmediğinde devreye gece kararnameleri giriyor.
Hal bu iken, “Millet İttifakı” partilerinin her vesileyle “Sokaktan uzak durun, provokasyona gelmeyin, sandığı bekleyin” çağrıları, halk kitlelerini siyasetin öznesi olmaktan çıkardığı gibi, kitleleri günlük mücadele ve siyasetin dışına da itiyor. Saldırı programını günlük uygulayan bir iktidara karşı birleşik, örgütlü ve günlük mücadele yürütmeyen halk güçlerinin, bırakalım iktidara gelmeyi, hak ve özgürlüklerini savunması bile eksik kalacaktır.
Sırf AKP gitsin diye bu halk ehvenişeri (kötünün en iyisini) seçmeye mecbur mudur? “Ya AKP bir kez daha kazanırsa” korkuluğunu göstererek sosyalistlerin itirazlarını baştan kesenlere iki sorumuz var: Her şeye rağmen AKP kazanırsa emekçi sınıfları ve halkı bu sermaye iktidarının saldırılarından koruyacak güç, halkın örgütlü gücü değil midir? Velev ki “Millet İttifakı” iktidara geldi ama AKP’den farklı bir program ortaya koyamadı; o zaman da bugünkü gibi gerekli olan şey halkın örgütlü gücü değil midir? Üçüncü Seçenek tam da bu nedenle gereklidir. Çünkü tek adam yönetimine karşı birlik halkın örgütlülüğüne, işçi sınıfı ve halk güçlerinin birliğine dayanmak zorundadır. Birliğin öznesi sadece partiler değil; emek ve meslek örgütleri, sendikalar, halkın yerellerde seçtiği temsilciler, yerellerde oluşan platformlar, demokrasi güçleri, bir bütün olarak halk iradesidir.
Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla anılır hale gelen 19 yıllık AKP hükümeti karşısında, “Millet İttifakı” hâlâ iktidarı koparıp alacak bir seçenek olabilmiş değil. Çünkü ülkenin yoksulluk girdabından nasıl çıkacağı belli değil. Ortaya konmuş somut bir ekonomik sosyal program yok. Uluslararası sermayeye çağrılar yapmak, güven vermek esasen kemer sıkma politikalarına kredi açıyor. “Yeni bir Kemal Derviş programı mı” sorusunu akla getiriyor. Zengine servet vergisi, milli gelirden eşit pay, ekonomik krizin faturasının tekelci sermayeye kesilmesi gibi tedbirler burjuva muhalefetin gündeminde bile yok.
Tek adam yönetimi karşısında “Millet İttifakı”nın sunduğu demokrasi modeli ise hem belirsiz hem de defolu. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerisinden kastedilen ne, açıklanmış değil. Biz biliyoruz ki, faşist-otoriter yönetimler hem başkanlık hem de parlamento şemsiyesi altında mümkün. Örneğin 1994 yılında DEP’li Orhan Doğan’ın Meclisten yaka paça sürüklenerek gözaltına alınması ile bugün HDP’li Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun gözaltına alınması ne kadar birbirinden uzak? Sivas, Gazi, Maraş Katliamları yaşandığında ülkede parlamenter sistem vardı, 2015 Ankara Gar Katliamı yaşandığında ise başkanlık sistemi. Ama katliamlar tarihi ile hâlâ yüzleşilmiş değil. Oysa demokrasinin esası halkın siyasal, sendikal hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınmasıdır. Bunun önündeki gerici yasa ve kurumların kaldırılmasıdır. Halkın doğrudan, her kademe ve düzeyde ülke yönetimine katılmadığı bir sistemde ise özgürlüklerin teminatı söz konusu değildir.
“Millet İttifakı”na destek isteyenler hâlâ bu birliğin nasıl bir birlik olduğunu da ortaya koyabilmiş değiller. Örneğin HDP bu ittifakın dışında tutulurken neden oyları çantada keklik görülüyor? Böylesi reddiyeci bir ittifak ilkeli, tutarlı olabilir mi? SP İstanbul Sözleşmesi’nde AKP ile ortak hareket ederken kadın sorununda hangi ortak paydada ülke yönetilecektir? İYİ Partinin Kürt halkının talepleri konusundaki inkarcı çizgisi ve mültecileri hedefe koyan milliyetçi şoven politikaları ile ne kadar yol yürünecektir? Bir bütün olarak, özellikle de dış politikada, Erdoğan’ın arzuladığı “yerli ve milli muhalefet” çemberini kırmaya CHP ve ittifak partileri ne kadar isteklidir? Bu soruların her biri açılmaya, tartışılmaya muhtaçtır. Aksi halde vadedilen iktidar seçeneğinin ne demokratik ne de halkçı karakterde olması düşünülemez. Bir devrimci demokratik halk seçeneği olarak dile getirdiğimiz Üçüncü Seçenek, tam da taşları yerli yerine oturtmak, ilkeli, omurgalı, açık ve kararlı bir birlik platformu inşa etmek üzere Türkiye’nin ihtiyacıdır.
Üçüncü Seçenek, çöplükten ekmek kazanan yoksunların, açlık ücretiyle çalışan asgari ücretli milyonların, grevi yasaklanan işçilerin, traktörüne haciz konan köylülerin, oyları yok sayılan Kürtlerin, diplomalı işsizlerin, boğazı sıkılan üniversiteli gençlerin, pandemide “Tükeniyoruz” çığlığı duyulmayan sağlık emekçilerinin, “Ne haliniz varsa görün” denen küçük esnafların, erkek egemen şiddete kurban verilen kadınların, Soma’da, Sakarya’da, Çorlu’da, Suruç ve 10 Ekim Katliamlarında adalet arayan mazlumların seçeneğidir.
Üçüncü Seçenek “Halk adına siyaset yapanlar”ın değil, bir bütün olarak ve bizatihi halkın kendi birlik platformudur.
Önümüzdeki 1 Mayıs, uluslararası ve iş birlikçi sermayeye, tek adam yönetimine karşı ve iki kutuplu burjuva siyasi kamplaşmaya alternatif olarak; işçi sınıfı ve halk güçlerinin üçüncü bir seçeneği en güçlü şekilde ortaya koydukları gün olmalıdır.
05 Nisan 2021