Kadim Orta Doğu toprakları dinlerin doğuşuna tanıklık etti. Savaş ve siyaset stratejisi hemen her dönem dinsel referanslara, teolojik atıflara başvurdu. Bugün de jeopolitik strateji ile teolojik referanslar iç içe geçmiş durumda. Gazze özelinde tehcir-hicret tartışması bunun tipik bir örneği.
Geçtiğimiz günlerde Trump ve Netanyahu telefonda görüştü. Trump, Netanyahu için şöyle dedi:
“Onunla hemen her konuda aynı taraftayız.”
Trump, yerle bir edilmiş olan Gazze’yi Riviera’ya dönüştürmekte ısrarlı. Gazzeliler kan ağlarken iki milyon insan buradan sürülecek. Yıkım ve kırım tehcirle tamamlanacak. Geriye kalan şehir turizm, kumarhane, finans şehri yapılacak. Yani Filistinlilerin kendi toprakları üzerinde mülteci olarak yaşamalarına bile tahammül yok. Gazze’deki BM mülteci kampları vurulmaya devam ediyor. Trump, sağ kalan Filistinlileri sürmek için uçak ve gemi filolarını hazırlıyor. Bu konuda Netanyahu hükümeti de düğmeye bastı. Filistinliler, Sudan, Somali, Somaliland, Mısır, Ürdün gibi ülkelere tehcir edilecek. Diplomasi masasında “kirli bir mülteci pazarlığı” yapılıyor.
Tehcir politikası karşısında Türkiye dış politikası son derece etkisiz ve edilgen. İsrail’e yönelik ciddi bir yaptırım yok. Ticaret gemileri dolaylı yollardan demir, çelik, dikenli tel ve benzeri ürünleri göndermeye devam ediyor. Trump bir yandan “Netanyahu ile aynı taraftayız” diyor. Diğer yandan Erdoğan için “o da beni seviyor” diyor. Öte yandan Suriye sahasında Türkiye ve İsrail arasındaki ipler geriliyor. Denge sağlamak üzere “çatışmasızlık mekanizması” gündeme geldi.
Tam da böyle bir aşamada “tehcir / hicret” tartışmasının başlaması tesadüf olmasa gerek. “Madem tehcir var, Filistinlileri hicret ediyorlarmış gibi kucaklayalım.” Hükümet yanlısı bazı yazarlar bu tuhaf tezi ortaya attılar. Akabinde “Medine ruhuyla” Filistinlileri kucaklama çağrıları yapıldı. İsrail zulmü karşısında yaptırım gücü ortaya konmadığı zevahiri gerçeğe takla attırarak kurtarmaya çalışan tipik pragmatik anlayış.
Tehcire “hicret” demek, tehciri masumlaştıran bir yaklaşım bu bir.
İkincisi, zorunlu göçertmeyi hicret gibi sunmak, yerinden ve toprağından edilmeyi baştan kabul eden bir anlayış. Dini teolojik referans olarak “hicret”in sunulması ise gerçeği ters yüz etmek demek. İslamiyetin doğuşu Arap yarımadasında ezilen toplulukların kurtuluş ümidiydi. Köleler de azat edilmek üzere bu akıma katıldılar. Hz. Muhammed liderliğindeki bu hareket daha baştan kuşatma ve kırım tehlikesi ile karşılaştı. Mekke’den Medine’ye göç (hicret) bu kırımı boşa çıkarmak içindi. Daimi bir kaçış ya da yer değiştirme değildi. Tehcir de değildi. Hicret kararındaki amaç Medine’de güç toplamak, Mekke’ye geri dönmek ve sonrasında İslamiyeti yaymaktı. Dolayısıyla 622 yılında yaşanan hicretin bugünkü Gazze tehciri ile uzaktan yakından bir benzerliği yok.
Kaldı ki soykırım, işgal ve tehcir politikası karşısında körfez İslam devletleri berbat bir suskunluk ve onaylama içindeler. Suriye göçü veya Filistin mültecileri konusunda sadece Suudi Arabistan’a bakılsa mültecilere nasıl kapıları kapattığı rahatlıkla görülebilir. Bu durumda ABD-İsrail menşeği ile tehcir planına “hicret” gibi bir kılıf uydurmak, Filistin topraklarının insansızlaştırma politikasına alet olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Oysa Gazze’den yükselen ses, zorla sürgünü onay veren, kabul eden devletlere isyan ediyor. “Kucaklama” adına yapılsa da tehcire onay veren her yaklaşım reddediliyor.
Peki Filistinliler ne istiyor? Tehcir planına hayır diyorlar. Kendi topraklarında yaşamak ulusal bir dava onlar için. Bu yüzden tüm devletlerden İsrail’e yaptırım talep ediyorlar. Netanyahu ve savaş kabinesi yargılansın diyorlar. Gazze’nin yeniden inşasının, insansızlaştırma, daha fazla bağımlılık ve kölelik getirmesini istemiyorlar. Elbette onurlu barış ve önceki sınırlara dönen iki devletli çözümü savunuyorlar.
Durum bu kadar net iken meseleyi “hicret” makyajıyla çarpıtmak, Filistin davasının bulanıklaştırılmasına da hizmet ediyor. Müslüman halkların kutsal ve masum inançları da yanlış yönlendiriliyor. Sonuç olarak, Filistin davası, Ortadoğu ve mülteciler meselesine yaklaşırken bölgenin sosyolojisini, topografisini, teolojik gerçekliğini bir bütün halinde görmek, ele almak gerekir. Özellikle göç, tehcir ve mülteci meselesinde teolojik etkileri bir bütün olarak negatif açıdan değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü onun “kucaklama”, “misafir etme”, “dayanışma” gibi olumlu yanları da vardır. Örneğin “Medine ruhu” Suriyelilerin göçünde şefkat ve kucaklama alanını genişletmiş, “misafir etme” zamanına pozitif bir katkı sağlamıştır.
Fakat bardağın bir de boş tarafı var. Nitekim “dindaşlar” ya da “soydaşlar” arasındaki bu dayanışma, diğer milliyet ya da dinlerden mülteciler söz konusu olunca dışlayıcı bir yaklaşıma neden olabilmektedir. Bu meselenin negatif yanıdır. Ayrıca “hicret” veya “ensar, muhacir” atıfları mültecileri “geçici olarak misafir etmenin” ötesine geçmez. Mülteciler, mülteci statüsü ile kabul edilmezler. Dolayısıyla teolojik, mitsel, dini referanslar evrensel mülteci norm ve haklarına kendini kapatır, onları batıl değerler diye dışlar. Eşit haklar yerine misafir etme ile sınırlı göç, insanlara tebaa toplumu olmayı dayatan teolojik-politik bir oryantalizm karşımıza çıkar.
Bu nedenle, savaşa karşı barış, otoriterizm, otokrasiye karşı demokrasiyi savunurken halklar üzerinde güçlü etkisi olan teolojik referansların doğru temelde ele alınması ve tartışılması gerekmektedir. Güncel politika ve jeostratejide teolojiye takla attırılmasına izin verilmemelidir. Halkların kutsalını siyasi hegemonya için çarpıtıp kullananlar en büyük saygısızlığı masum inanca sahip insanlara yapmaktadır.