Ahu Gülay / TMMOB İzmir Şubesi Bülteni
Umarım hiçbir yeridir. Ancak şaşırtıcı derecede deneyimlediğim o ki “sol” çevrelerde de çeşitli nefret söylemlerinin bir yerlerinde olan hatırı sayılır sayıda insan bulunmakta. Kimi ne dediğini bilmiyor, kiminin ise söylemlerindeki manipülatif büyüklüklerinden doğan eminlik hayret ettiriyor. Bu sebeple en azından kendi çevremde çoktan ucuzlamasını umduğum bu konuyu düğümlenen nutkuma çözüm olur vesilesi ile yazıya dökmeye yeltendim. Kim bilir, belki sizin içinizde de duran bir düğümün çözülmesine vesile olurum.
Nefret söylemi kendini her türlü farklılıkta göstermekte. Bu yazıda 20 Haziran Dünya Mülteci Günü vesilesi ile göç üzerinden bir örnekle ilerleyeceğim. Yerel seçim değerlendirmelerinin yapıldığı bir ortamda değişen yöneticiler ile birlikte olası değişecek hizmet alanların değerlendirildiği bir anda konu, vaktiyle iç göç ile gelmiş bir grup Kürt yurttaşın anası, babası, dedesi orada doğmuş (yerlisi?) birinden olası daha fazla hizmet alması felaketine (?) geldi. Bu grup hakkı ve haklılığından çok emindi. Bu Kürtler vakti zamanında şehre göçleri ile düzene ciddi zarar vermişlerdi ve bunun ardından güvenli şehirlerinde evlerinin kapılarına kilit üstüne kilit vurmak zorunda kalmışlardı. Dolayısıyla ses çıkarmıyorlarsa da memleketlerinden göçe zorlanmış Kürtler değil esas mağdur onlar yani yerlilerdi. Bunun üzerine şehirlerine vize ile girilmesini isteyenler mi ararsınız, esas şehrin yerlilerine imtiyaz isteyenler mi.
Nutkum tutuldu. Bugün Dünya’da 300 milyona yakın insan göçmen durumundayken yaşanan sıkıntıları etnik kimlik ve bireyler üzerinden değerlendirmek akla yatkın mıydı? İnsan salt kendi yaşadığı deneyimden ve salt kendi baktığı küçük penceresinden büyük bir genelleme yapıp yargıya varabilir miydi? Üstü farklı giysilerle giydirilmiş nefret söylemlerini bir bir dökebilir miydi? Vicdanını bu kadar susturabilir miydi? Tek kelime cevap veremedim. Ortama tahammül edemediğimden olsa gerek, arkada tartışma sürerken zihnim beni bir başka yere, yaşadığım yerin sokaklarına, sokaklardan da kitaplara taşıdı.
Yaşadığım yerleşim yeri uzun bir süredir domuzların işgali(?) altında. Önceleri sadece soğuk kış mevsiminde geceleri yemek aramaya gelen domuzlar, sonraları yaz kış hayvan severler tarafından kedilere köpeklere bırakılan mamaları yemeye, bir süredir de gündüz vakti caddede, parkta, yaşadığımız alanlarda yer almaya başladılar. Sokak köpeklerinin uyutulması ile ilgili yasal düzenlemelerin tartışıldığı bugünlerde acaba “uyutmayı” seven insan bir süre sonra sıraya domuzları da koyar mı diye geçirdim içimden. Domuzlardan sonra sokak kedileri, belki de orayı burayı pisleyen kuşlar, gürültü çıkaran ağustos böcekleri… Vakti zamanında babamın yaşadığı köyde de sansar problemi var diye duymuştum. Kümeslere dalıyormuş. Hiç bilmediğimiz mahallelerde kim bilir adını bile duymadığımız türde hayvanlarla problem yaşayanlar vardır belki de. Neyse konuyu çok dağıtmayalım. Domuzlar dedik.
Yaşadığım yeri bir vesile ile uzun süredir biliyorum. Lise yıllarında anne, babam ve kardeşimle başka bir semtten taşınmıştık. Eşimle de aynı muhitte oturmaya devam ediyoruz. Ancak tanışıklığım çok daha öncesinden. Sanırım ilkokul çağında falandım. Piknik yapmaya gelmiştik. Parmakla gösterebilecek kadar az bina, sayısız zeytin ağacı vardı. Bugüne geldiğimizde kesilmesi yasak diye bildiğim zeytin ağaçları kesilmiş olacak ki yerlerini binalar ve insanlar aldılar. Pikniğe dair domuzları hatırlamıyorum. Pikniğimizi ziyaret etmemişlerdi. O gün domuzlarla bir karşılaşma yaşamamış olsam da kuvvetli tahminim muhitimizin yerlisinin insanlar değil, domuzlar olduğu yönünde.
Kim yerli, kim yerli değil, yerli olmak nedir, bize bir ayrıcalık sunmalı mıdır zihnimi meşgul ederken Ocak 2024’ de baskıya giren Ercüment Akdeniz’in Göç ve Belediyeler, İktidar ve Muhalefet Perspektifleri kitabına vardım. Kitap benim gibi hem belediyecilik hem de göç üzerine kısıtlı bilgiye sahip biri için bile son derece anlaşılır ve sistematik bir çerçeve çizmiş. Sırasıyla Belediye Nedir ile başlayıp merkeziyetçi yapıya rasyonel eleştiriler sunarak, Çalışma Hayatında Yerel Yönetimlerin Rolü, Konut, Barınma ve Mekânsal Sorunlar, Bir Arada Yaşamın Koşullarını Sağlamak, Sosyal Hizmet Alanı: Sorunlar, İhtiyaçlar, Öneriler ve son olarak da İktidar ve Muhalefet Belediyelerinin Tutumları konularını ele almış. Kitap odağını iç göçlerden ziyade dışarıdan göçlere almakta ve problemleri ortaya sererken çözüm önerileri ile alternatif çıkış yolları göstererek ilerlemekte.
Kitabın yazıma değen kısmında Akdeniz “Ötekileştirme Zincirine” değinmekte. Şöyle örnekliyor; “Öyle ki, bir zamanlar iç göçle gelen ve kent merkezlerinde dışlanarak hor görülen, ötekileştirilen Kürtler, Suriyeliler geldikten sonra bir nebze de olsa rahat nefes almışlardır(!) Çünkü daha önce onların önüne çekilen toplumsal önyargı duvarı bu kez Suriyelilere çekilmektedir… Kentlerde ve yerel yönetimlerin gözü önünde gerçekleşen bu ötekileştirme sistematiği öyle bir aşamaya gelmiştir ki Suriye, Afganistan, Pakistan, İran, Ermenistan ya da Afrika ülkelerinden gelen mülteci ya da göçmenler Türkiye’ye ayak basma önceliğine göre birbirini dışlayabilmektedir… Yurttaşlık kimliğini taşıyan kent yerlilerine ise iç ya da dış göçle ve kendisinden sonra kente gelen herkesi dışlama ve ötekileştirme “üstünlüğü” verilmiştir. Böylelikle dışlama imtiyazlı bir üst kimlik haline gelmektedir… Önyargı duvarlarının arasına sıkışan mülteciler her türlü istismara açık hale gelmektedirler… Ayrıca uluslararası ağa sahip cihadist örgütlenmeler, göçmenlerin sıkıştırıldığı bu izolasyon sahasını kendilerine rezerv alanı yapmışlardır. Barınma, sosyal yardım, sosyal güvenlik, vb. kaygılar taşıyan göçmen topluluklar hızla bu yapıların ağına çekilmişlerdir.*
Bu noktada tüm bu sonuçların, yazımda yer aldığı kadarıyla salt ötekileştirme zincirinin bir sonucu olduğunu iddia etmediğime en azından temas etmek isterim. Kitaptan yola çıkarak başta ülkeleri savaşa sürükleyen emperyalist kapitalist sistem, iktidarın savaş konusunda üstlendiği rol, ana muhalefetin durduğu yer, savaşın esas sorumlularının göçü kendilerine tehdit gördükleri için Cezayir, Fas, Libya ve Türkiye gibi ülkeleri depo ülke olarak kullanmaları ve en yerelde yerel yönetimlerin işleyişi, kaynak ve alt yapı problemleri çözülmediği sürece bu duvarların arasında sıkışmamak çok zor. *
Mahallenin yerlisi domuzlar olabilir demiştik ancak domuzlara yaşam alanı bırakmayan biz göçmen insanlar bu durumda pek de duvarların arasına sıkışmış gibi durmuyoruz. Ekolojik dengeye zarar vererek insanların arasına inmek zorunda bıraktığımız yerliler o duvarların arasında sıkışmış canlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Öne sürüldüğü üzere yerlilerin üstünlüğü ilkesi burada tepe taklak olmuş gibi duruyor.
Barış, kardeşlik, eşit haklara dayalı bir arada yaşamın çerçevesinde birleşmenin yollarını savunurken tam da domuzlarla ilişkili bir biçimde kendimi Orwell’ın umutsuzluğuna bulanmış buluyorum. Bir anlamda yakın çevrem diyebileceğim bir çevrede de çeşitli kıyafetler giymiş biçimiyle nefret söylemlerini işittiğimde, insanın iki yüzlülüğüne maruz kalmış domuzlardan Orwell’ın Hayvan Çiftliği romanındaki domuzlara varıyor ve romandaki gibi bütün hayvanların eşit, ama bazı hayvanların kendini hep daha eşit gördüğü fikrine varmadan edemiyorum.
* Akdeniz, E. (2024) Göç ve Belediyeler İktidar ve Muhalefet Perspektifleri, Tekin Yayınevi, İstanbul