Gazete binasının hemen önünde, çay molasındayız. Çalışma arkadaşlarım Fırat ve Erdi bana karşı kaldırımı gösteriyor:
“Abi şu çekçek arabasını görüyor musun? İçinde biri uyuyor. Galiba seninkiler…”
Yüzümü onların gösterdiği tarafa dönüyorum. Hemen karşı köşede, bir giyim mağazasının önünde, çuval bezle kaplanmış beyaz bir çekçek arabası duruyor. Fırat’ın “seninkiler” diye söz ettiği; mülteciler, biliyorum.
Hızlı adımlarla karşı kaldırıma, çekçek arabasının ön tarafına geçiyorum. Çünkü arka taraftan çuvalın içi görünmüyor.
Karşılaştığım manzara beni sarsıyor! Çuvalın içinde, atık kağıtların içinde bir çocuk uyuyor. Hani ‘bıyıkları yeni terlemiş’ derler ya, o çocuklardan. Anı kaçırmamak için hemen fotoğraflıyorum.
Şubat soğuğu yüz kesiyor, gözlerim yaşarıyor soğuktan. “Çocuk dondu, donacak” diyorum içimden. Olmadı serseri bir araba kaldırıma çıkıp çarpacak!
Derken yanımda bir başka çekçek arabası bitiveriyor. Atık kağıt işçisi bir başka çocuk bu. Karşımdaki manzarayı görünce onun benden daha çok etkilendiğini fark ediyorum. Yüzü ağlamaklı.
“Nerelisin?” diye soruyorum.
“Afgan…” diyor. Türkçe bilmiyor. El hareketleriyle anlaşıyoruz biraz.
“Tanıyor musun?” diye el işaretleri yapıyorum. Onaylıyor, başını sallıyor. Sonra çuvalın içindeki çocuğu dürterek, ona bir şeyler anlatıyor. O da mırıldanarak bir şeyler söylüyor. Ama kalkmak istemiyor. Uykusu ağır, belli.
“O da mı Afgan?” diye soruyorum. ‘Evet’ anlamında baş sallıyor. Çabası sonuç vermeyince, gözleri buğulu ve çaresiz, çekçek arabasıyla yanımızdan ayrılıp gidiyor. Çuvalda uyuyan çocukla baş başa kalıyorum bir an. Karar veriyor ve elimi çuvalın içine uzatıyorum. Çocuğu omzundan dürtüyorum. Rahatsız oluyor, uyumak istiyor ısrarla. Ben de ısrar ediyorum, çünkü burası onun için güvenli değil. Bir hışımla uyanıyor çocuk, kaldırıma çıkıyor çuvalın içinden.
“Ne yapabilirim senin için?” demeye çalışıyorum, yine el hareketleriyle.
Biraz sinirli, biraz yorgun yüz ifadesi ile “Tamam kalktım abi” diyor.
“!”
Şaşıp kalıyorum. Çünkü biraz önce çuvalın içinde Afgan olduğunu sandığım çocuk, Türkçe konuşuyor!
“Nerelesin sen kardeş?” diye soruyorum.
“Antep” diyor.
“Gece uyumadın mı?”
Uyumamış. Sabahlara kadar çalışmış. Antep Islahiye’de ondan ekmek bekleyen yoksul bir ailesi var çünkü. Hayat hikayesini dinliyorum. Öyle uzun değil, hemen ayaküstü.
Gece kaç çöp konteyneri gezdi çocuk, kim bilir? Ve kaçını gezecek daha gündüz vakti, uykusuz?
İşte böyle…
Yukarıda zenginler malı götürürken, yoksullar en dipte, çöp konteynerlerinde eşitleniyor. Atık kağıt, atık plastik toplayan çocuklar bir bakıyorsunuz mülteci çıkıyor, bir bakıyorsunuz Antepli.
Bu yazı en çok kimler için yazıldı biliyor musunuz?
“Tanzim satış kuyruklarında Suriyeliler yok, onlar banka kuyruklarında…” diye önüne arkasına bakmadan konuşanlar için.
Bırakın tanzim satış kuyruklarını da; şöyle bir sokağınızın çöp konteynerlerine bakın. Orada göreceğiniz çocuklar; akşam pazarlarında, manav ve marketlerde atık sebze toplayarak tencere kaynatan yoksul vatandaşlarımızın ve mültecilerin çocuklarıdır.
Ve karınlar doyacak, çocuklar çöplük yerine okul sıralarında olacaklarsa eğer; bu, yoksulların ayrımsız el ele vermesi ve ortak hak mücadelesi ile olacaktır.
Yoksa zenginin malı züğürdün çenesi yorar. Vatandaş-mülteci ayrımı ise en çok, krizi fırsat bilip parsayı götüren zenginlerin işine yarar.
17 Şubat 2019
https://www.evrensel.net/yazi/83367/kendi-yurdunda-multeci-cocuklar