“Gelmiş geçmiş en iyi günlerdi, gelmiş geçmiş en kötü günlerdi; hem bilgelik çağıydı hem ahmaklık; hem inancın devriydi hem şüpheciliğin; hem Aydınlık hem Karanlık bir mevsimdi; umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı; hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz ya doğruca Cennete gidecektik ya da tam aksi istikamete -özetle; şu an içinde bulunduğumuz döneme öyle benzer bir dönemdi ki dönemin, sesi en çok çıkan otoriteleri bu günler hakkında -olumlu anlamda da, olumsuz anlamda da- ancak ve ancak ‘en’ sözcüğü kullanılarak konuşulabileceğini iddia ediyorlardı.”(*)
İki Şehrin Hikayesi romanı bu giriş cümlesiyle başlıyor. Charles Dickens, bugünü sanki 19’uncu yüzyıla ışınlamış gibi.
Depremler, pandemi, ekonomik kriz, Ukrayna savaşı, Suriye savaşı ve diğer felaketlerin birbirine eklendiği bu “felaketler çağı”nda, cenneti ve cehennemi bir arada yaşatan şey, aslında varsıllar dünyası ile yoksullar dünyası arasındaki temel çelişkide saklı. Felaket üzerimize yıkıldığında hem her şeyimiz var hem hiçbir şeyimiz yok! Çünkü üretim araçları başta olmak üzere ülkenin neredeyse tüm birikimi kapitalist tekellerin elinde. OXFAM’ın Türkiye raporu ortada: Nüfusun en üstündeki yüzde 1’lik zengin kesim, en alttaki yüzde 90’lık yoksul kesimin gelirinden 1.5 kat daha fazla gelire sahip.
Enkaz altında kalanları kurtarmak için “altın saatler” nasıl heba edildi? Enkaz bölgelerine günlerce ulaşmayan o iş makineleri neredeydi? Binlerce kepçe, dozer, vinç, hilti vb. iş makineleri özel tersane ve limanlarda, organize sanayi bölgelerinde ve inşaat tekellerinin depolarında bekletildi. Neden? Çünkü burjuvazinin, kâr getirmeyen yere iş makinelerini sokması görülmüş şey değildi. İmkanı olan depremzedeler başka illerden iş makineleri kiralarken, yokluk içindeki milyonlar ölülerini dahi enkaz altından çıkaramadı. Can kurtarma eylemi bir can pazarının ortasında işte böyle paraya tahvil edildi!
Çadırı, konteyneri, prefabrik evleri, depremzedenin ihtiyaç duyduğu ısıtıcıları üreten kim? İşçiler. Bebek mamasını, bebek bezini, hijyen malzemeleri, kuru gıdayı, konserve, et ve süt ürünlerini üreten kim? İşçiler, emekçiler, yoksul köylüler. Peki, enkaz altında can veren, diri diri toprağa gömülen, günlerce açıkta ayazda yağmurda titreyen, bir tas çorbaya, temiz çamaşıra, tuvalete duşa muhtaç milyonlar kim? Yine işçiler, yine emekçiler, yine yoksullar. Çünkü bütün bu araç ve gereçler, yaşamsal öneme sahip ürünler, üretici güç olan emekçi milyonların mülkü değil. Uçaklar, gemiler, tırlar, kamyonlar, kısacası deprem anında hayati öneme sahip ulaşım araçları da para yüzünden filolar halinde bekletildiler. Hemen hepsi şirket yöneticilerinin ağzından çıkacak bir talimatı beklediler. Sonuç? Depremde hizmetler parası olana gitti, parası olmayanlar ölüme ve yokluğa terk edildi. Yüz binlerce boş konut borsada işlem görürken milyonlarca insana bir çadır bile çok görüldü. İşte bu düzenin adı kapitalist düzendir. Bu düzen yoksullar için rant, yağma, talan ve sömürü düzenidir. Bu düzen fırsatçıdır. Bu düzen, zengini sadece barış zamanlarında değil, savaş zamanlarında, depremde, afet günlerinde dahi daha da zengin yapan vahşi bir düzendir.
Burjuvalar, günahlarını bağış kampanyalarıyla yıkadılar. Üstelik bunu şovlar eşliğinde ve şirket isimleri reklam yapsın diye kullandılar. Akşam bağış yapan holdingler sabah güne vergi kıyağıyla uyandı! Akşam bağış yapan fabrikatörler, sabah güne işçileri tehdit ederek başladı: “Millet deprem derdinde sen ücretlere ek zam derdindesin. Bakıyorum enkaz kaldırma işine kendini fazla kaptırmışsın. Ya bu ücrete çalışırsın ya da kendini tazminatsız kapı önünde bulursun…” Patron örgütleri hız kesmeden deprem mağdurlarına başka illerde iş verilmemesi çağrısı da yaptı. Çünkü burjuva ahlak terazisinde işçilerle makine parçalarının birbirinden farkı yoktu.
Savaş günlerinde yıkım makinesi silahlar için seri üretime geçen fabrikalar, barış günlerinde yıktıkları kentleri yeniden inşa etmek ve kârlarına kâr katmak üzere imar-yapım makinelerini devreye sürerler. Moloz kaldırma şirketleri ölülere bile saygı duymazken, depremi fırsat bilen inşaat tekelleri, “canlanan” inşaat piyasası için çoktan el ovuşturmaya başladılar.
Tıpkı eğitim ve sağlık hakkının parayla alınıp satılması gibi, deprem günlerinde çadırın parayla alındığı, Kızılay’ın dahi çadırı parayla sattığı bir çürümenin eşiğindedir bu bozuk düzen. Pandemide korkunç sürü bağışıklığına terk edilen yoksullar, ölen ölür kalan sağlar bizimdir mantığıyla depremde benzer bir kırıma sürüklendiler.
Ölürken, göçerken, evi barkı yıkılırken, yokluktan yokluğa sürüklenirken itiraz ya da isyan etmek hakkı da çok görülecekti mazlumlara. OHAL ilanı, “Bu kadarı da olmaz” denen yerde, tam da deprem yıkıntılarının arasında, kapitalist yağma ve talanın imdadına yetişecekti. Din ile devlet kurumlarını birbirinden ayırmak yerine birbirine bağlı hale getiren devletin din kurumları, kasasına akan milyarlarca lirayı depremzedeler için kullanmayacaktı örneğin. “Kader planı” korosu ise tek adam hükümetinin dümenine oturduğu bu kapitalist yağma düzenine kalkan olmak içindi.
Liyakat, iş bilmezlik, koordinasyonsuzluk vesaire… On binlerce cana mal olan ve iktidara has bütün bu özellikler sadece meziyet yoksunluğundan değildi. Bununla birlikte, siyasal erke hükümet edenlerin, afet ve felaket anlarında dahi sermayenin çıkarlarına göre pozisyon almasındandı. Başka bir ifadeyle, kapitalist sistemin çarkları dönsün diye yapılan siyasal-sınıfsal tercihlere ait bir meziyetti bu. O nedenle hükümet edenler kadar kapitalist düzenden de kurtulmak gerek. Elbette çadırın, iş makinesinin, bebek mamasının, güvenli şehirlerin ve ücretsiz konutların halka ait olduğu eşit bir toplumsal düzenin; sosyalizmin kapılarını açarak.
“Gelmiş geçmiş en iyi günler, gelmiş geçmiş en kötü günleri” ancak böyle dize getirir.
*Charles Dickens – İki Şehrin Hikayesi / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
28 Şubat 2023
https://www.evrensel.net/yazi/92553/kapitalist-yagma-duzeniyle-hesaplasmadan-bu-enkaz-kalkmaz