9 Ağustos günü, İskenderun’un birbirine uzak iki yerinde, ağaca asılı halde iki farklı ceset bulundu. Şekere Mahallesi’ndeki ormanlık alanda asılı kişinin Cengiz Karataş olduğu saptandı. Arsuz Asri Mezarlığında bir ağaca asılan cansız çocuk bedeni ise Cengiz Karataş’ın 8 yaşındaki kızı Dilan’dan başkası değildi.
Görmüş olduğunuz fotoğraf Adana Adli Tıp Kurumu önünde çekildi. Dilan’ın cenazesini teslim alan anne Swzan Zada, kızını eski eşi Cengiz Karataş’ın öldürdüğünü söylüyordu: “Bana gelmek istediği için öldürdü. Keşke ben ölseydim. Neden o küçük çocuğa kıydın cani katil. Benim ciğerimi yaktın. Bu baba değil, bu cani bir katil…” DHA’nın haberine göre cezaevinden çıkan Cengiz Karataş, kızı Dilan’ı görmek istemişti. Ayrı yaşadığı eşinin evine giden Karataş, kızını yanına alarak saat 16.00’da geri getireceğini söylemiş; söz verdiği saatte kızını geri götürmeyince anne durumu polise bildirmişti.
Anne Swzan Zada Suriyeliydi. Kız kardeşi Feyruz Abuzeyna, Cengiz Karataş için şunları ifade ediyor: “Evliyken 8 yıldır hem karısına hem kızına şiddet uyguluyordu. Kocası ağabeylerinin çocuklarını vurduğu için hapse girdi. 7 sene hapis cezası aldı. Sonra açık hapisten çıktı ve kızını aldı, öldürdü…”
***
İktidar, 2011 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin çekilmesini istiyor. Daha doğrusu sözleşmeyi iptal etmek için elinden geleni yapıyor. Oysa o sözleşme sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan kadınları değil Türkiye’de yaşayan mülteci kadınları da koruyor.
Suriyeli Swzan Zada örneğini ele alırsak; İstanbul Sözleşmesi’nin bir geçmişe bir de geleceğe dönük iki koruyucu özelliği olduğunu görürüz. Eğer sözleşme hükümleri hakkıyla uygulansa ve bütün kadınlar gibi mülteci kadınlar da bu sözleşmeden doğan haklarını bilseler, muhtemeldir ki Swzan’ın kaderi faklı şekillenecek ve küçük Dilan da yaşıyor olacaktı. Buna göre:
a- Swzan Zada 8 yıl boyunca şiddete katlanmak zorunda kalmayacak, uğradığı şiddet nedeniyle “eşten bağımsız oturma izni” alabilecekti.
b- Sınır dışı edilmek diye bir endişeyi hiç taşımayacaktı, çünkü geri göndermeme güvencesi olacaktı.
c- Gördüğü şiddet, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde geçen “zulüm görme” kapsamına yerleştirilecek ve “tamamlayıcı/ikincil koruma” hakkına kavuşacaktı.
d- Bu durumda “uluslararası koruma” kalkanı gelecek ve onun için “mülteci statüsü”nün kabulü devreye girecekti.
e- Gördüğü işkence ve kızı ile kendisinin öldürülme ihtimaline karşı üçüncü bir ülkeye iltica edebilmenin yolu açılacaktı.
Swzan Zada ve onun durumundaki kadınların hikayeleri gerçekten çok ağır. Ama dram bitmiyor, bunun bir de gelecek boyutu var. Kritik soru: Bundan sonra Zada’nın durumu ne olacak? İşte burada İstanbul Sözleşmesi’nin geleceğe dönük koruyucu yüzünü görürüz. Buna göre:
a- Eşinden uzun yıllar şiddet görmüş, ölümden kıl payı kurtulmuş ve çocuğunu cinayet sonucu kaybetmiş bir mülteci kadın olarak Swzan, kimseye muhtaç olmadan “oturma izni” alabilecek.
b- İstemediği durumda Suriye’ye geri gönderilemeyecek.
c- Karşı karşıya kaldığı şiddet “zulüm” kapsamına alındığı için “ikincil koruma”ya sahip olacak.
d- Uluslararası koruma altına alınarak mülteci statüsü kabul edilecek.
e- İsterse üçüncü bir ülkeye iltica talebinde bulunabilecek.
***
Türkiye AB’ye üye olamadı ama Avrupa Konseyi üyesi. Konsey kararları Türkiye’yi de bağlar. Geniş adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan İstanbul Sözleşmesi de bu bakımdan bağlayıcı nitelikte. Ama kadın haklarından nem kapan AKP iktidarı 2011’de imzalanan bu sözleşmeyi şimdi rafa kaldırma derdinde.
Sözleşmenin 7’inci bölümü “Göç ve İltica” başlığını taşıyor. Bu bölümde sıralanan 59. 60. ve 61. maddeler mülteci kadınları şiddetten koruyan, onlara statü sağlayan hükümler getiriyor. İmzacı taraf devletler de bu hükümlere uymak zorunda. Ama “ensar muhacir” söylemini elden bırakmayan, her fırsatta “din kardeşliği” diyerek caka satan siyasal iktidar, İstanbul Sözleşmesi’yle birlikte mülteci kadınların haklarını da rafa kaldırıyor.
Sözleşmenin imzalandığı 2011 yılından önce mülteci hakları yok muydu? Elbette vardı. Ama o zaman 1951 Cenevre Sözleşmesi’ndeki zayıflıktan yararlanılarak mülteciliğe kabulde “kadına şiddet” gerekçesi taraf devletlerin takdirine bırakılıyordu. İstanbul Sözleşmesi ile birlikte taraf devletler, 1951 Sözleşmesi’ni “Toplumsal cinsiyet farklılıklarına duyarlı” bir biçimde yorumlamak zorunda kaldılar. Böylece toplumsal cinsiyete dayalı şiddet eylemleri “zulüm” kategorisinin içine alındı. Zulme uğrayan ya da uğramaktan korkan sığınmacı kadınlara, LGBTİ+ bireylere ve cinsel yönelimlerinden dolayı şiddete uğrayan insanlara “mülteci statüsü” verilmesi zorunlu hale geldi.
Özetle: İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin çekilmesi demek, şiddet gören mülteci kadınların ya da toplumsal cinsiyete dayalı şiddet eylemlerine maruz kalanların tekrardan “zulüm” kategorisi dışında bırakılması demek. Bu da onların yeniden korumasız, statüsüz bırakılması anlamına geliyor. Mülteci kadınların çok dilli materyallerle aydınlatılması, hak bilincine kavuşması ve İstanbul Sözleşmesi konusunda eğitilmeleri ise özgürlükleri için meydanlara inen kadın hareketine güç katacak.
17 Ağustos 2020
https://www.evrensel.net/yazi/86961/istanbul-sozlesmesi-multeci-kadinlari-da-koruyor