Edebiyatımızın çınarlarından Adnan Özyalçıner, “Sığınamayanlar” (2016) isimli kitabımı okuduğunda bana şöyle demişti: “Bence kitabın adı Sığınamayanlar değil, Sığındırılmayanlar olmalı. Çünkü anlatılan hikâyede sığınması engellenen insanlar var…”
Kavramlar ne kadar da önemli. Zira “sığınamayanlar” ya da “sığınmacılar” dendiğinde özne kolaylıkla sorunlu hale gelebiliyor. Eğer sığınmacılar olmasa ülkelerin sınırları ne de huzurlu olacak(!) Ama özneyi değiştirip “sığındırmayanlar” dediğimizde; “Sığındırmayanlar kim” ya da “Neden, kimleri, nasıl sığındırmıyorlar” gibi sorgulayıcı sorular peş peşe gelmiş olacak.
***
Benzer denklemi “göç edenler mi” “göç ettirilenler mi” tezatlığı üzerinden kurabiliriz. Öyle ki sosyal, siyasal, sınıfsal nedenlerden yalıtık halde ve popüler olarak kullanılan “göç edenler” kavramı; göç edenleri sanki keyfe keder ve tercihle (zorunlu değil) yola çıkan insanlar olarak tanımlar. Oysa sayıları 300 milyona yaklaşan ve yerküre üzerinde her 100 kişiden 4’üne tekabül eden dünya göçmen nüfusunun devinim kaynağı küresel kapitalist politikalar. Bu insanlar esaslı bakıldığında göç eden değil yerinden yurdundan göçe zorlanan, göç ettirilen topluluklar. Küresel iklim değişikliğine, kuraklığa, doğanın, su kaynaklarının talanına onlar neden olmadılar. Fabrika bacalarından çıkan zehirli gazlar, dereleri bitiren kimyasal atıklar onların eseri değil. Geldikleri ülkelerde derin yoksulluğa, işsizlik, açlık ve yokluğa, gelir dağılımdaki uçuruma, envai çeşit hastalıklara da onlar sebep olmadılar. Savaşlara, iç çatışma ve katliamlara imza atanlar da biliyoruz ki yoksul milyonlar değil, egemen devletler ya da sınıflar.
Dolayısıyla kapitalizmle derdi olan, onunla mücadeleye girişen toplumsal kesimlerin, bu mücadelenin yanında bir de “göçmenlerle mücadele” diye ek bir gündemi olamaz. Çünkü bu kavram, kapitalizmin neoliberal koridorunda icat edilmiş ve toplumsal muhalefet dinamiklerini parçalayıp yedeklemeye hizmet eden bir kavram. Dünyanın işçilerini, ezilenlerini ve onların bir parçası olan göçmen emekçileri birleştirmeden kapitalizmi dize getirmek mümkün değil.
***
Bir manipülasyon kavramı olarak “duvar”la devam edelim. Türkiye hükümeti, “göçmen geçişleriyle mücadele” adına sınırları boydan boya duvarla örüyor. Propaganda aygıtları boş durmuyor: duvarlara yaklaşanlar, yerinden yurdundan edilenler değil de sanki istilacı sürüler! Sözü edilen duvar/ımız, Çin Seddinden sonra dünyanın en uzun üçüncü duvarı! Avrupa Birliği de denizlerde ve karada “Avrupa Seddini” yükseltiyor. Türkiye’nin ördüğü duvarlar aslında Avrupa Seddi’nin hendekten önce göçmenleri karşılayan ön duvarı. 14 ve 28 Mayıs seçimleri sonrasında AB yönetimi, göçle mücadelede partner gördüğü Erdoğan Hükümeti ile stratejik ortaklığını yenileme gayretinde. AB Yeni Göç ve İltica Planı ise iki partnerin eylem klavuzu niteliğinde. Milliyetçilik sosuyla halka yutturulmaya çalışılan AKP’nin göç planı, göbekten AB’nin planlarına bağlı. Öyle görülüyor ki, göçmen başına avro pazarlığı, Suriye’de ve AB üzerinde diplomatik baskı ve siyasi pazarlıklarla devam edecek. Üstelik AB ile imzalanan ve Türkiye’yi göçmen deposu haline getiren “Geri Kabul Anlaşması”, şimdi Türkiye eliyle Afganistan, İran ve Pakistan’a ihraç edilecek. Duvarlar, dikkatli bakıldığında, herkese set çeken birer bariyer değil, kapitalizmin ve devletlerin çıkarına uygun filtreleme sistemleri. Zira duvar olduğu halde AKP iktidarı on binlerce yabancıya sermaye yatırımı ve konut alma karşılığında vatandaşlık verdi. Duvar olduğu halde savaş suçluları memlekette muhafaza edildi ve ülke uzunca süre cihatçı otobanına döndü. Ve duvar olduğu halde yüzbinlerce göçmen emekçi kayıtdışı çalıştırılmak üzere ülke içine transfer edildi. Duvarlar uzadıkça ya da yükseldikçe Türkiye işçi sınıfının çalışma koşulları daha iyiye gitmedi, göçmen emekçilerle yerli işçilerin rekabeti daha da arttı ve her iki kesim yoksullaştı. Sınırda sertleşen politikalar göçmenleri hedef almakla sınırlı kalmadı, ülkenin emek ve demokrasi güçlerini de hedefe koyan toplam otoriterleşmenin vites kolu oldu. Toplum “duvar” ve “sınır” tartışmasına yönlendirilirken, göçe kaynaklık eden sistemik yapısal sorunlar ve çözümler perdelenmiş oldu.
***
Kavramlar yerli yerine oturmayınca göç politikalarında alternatif devrimci siyaset yol almakta zorlanabiliyor. “Yabancılara vatandaşlık” meselesi de böyle bir mesele. Açmadan önce bir not düşelim: Türkiye’deki muhalefetin sorgulaması gereken konulardan biri de göçe dair her problemli stratejiyi Erdoğan’a bağlamak. Erdoğan yönetimi elbette kendine özgü ve bölgesel hedefleri olan, göçü demografik, sosyolojik ve ekonomik hedeflerine alet eden siyasal bir güç. Fakat tek belirleyen değil. Öyle ki, “göçmenlik krizi” dünyada neoliberal kalkınma modellerinden biri haline geldi. AKP hükümeti de bu modelden çok şey öğrendi. Sığınmacılara vatandaşlık verilmesi bunun açıklayıcı örneklerinden biri.
“Altın vize” uygulaması denen sistem İngiltere’de 2008-2015 arasında binlerce zengin yabancıyı vatandaş yaptı ve karşılığında İngilitere’ye 3,8 Milyar Sterlin aktı. EB-5 denen uygulamada ise ABD 2008-2017 yılları arasında yabancılara vatandaşlık vererek 18 Milyar Dolar yatırım çekti. Yatırımla Yurttaşlık Programları (YYP) 2000’li yıllarda tırmanışa geçerek ve özel danışmanlık şirketleri devreye sokularak ABD ve Avrupa’da uygulanıyor. Emlak balonu ve konut krizini büyüten bu örnekler, birebir olmasa da Türkiye’deki hadiseye benziyor.
Tam da burada bir kavram düzeltmesi daha yapabiliriz. Zira Dünya ve Türkiye üzerinde devinen göç hareketleri sanıldığı gibi sınıflar üstü değil. Göçmenler diye bir sınıf yok. Elitler göçü ile yoksullar göçünü ayırmak gerekiyor. Elitlerle birlikte sermaye birikimi göçerken, yoksulların göçünde sermaye sınıfına lazım olan yedek işgücü göç ettiriliyor. “Vatandaşlık” ya da “çifte vatandaşlık” daha çok elitlerin hizmetine sunuluyor. Böylece sermaye transferine güvenli para taşıma ve kara para aklama koridorları açılmış oluyor.
***
“Göç yönetimi” AKP ve iki dönemdir oylanan başkanlık sistemi için rejimin siyasal dizayn alanlarından biri. Bununla birlikte Cumhur İttifakı arkasında kümelenen ve uluslararası ortakları olan tekelci ve oligarşik sermaye gücü, elitlerin göçü ile göçmen emekçilerin göçünü kendi sınıf çıkarlarına göre kullanıyor. Bu arada elitler ile varsıllar göçünü bir torbaya koyarak kavram bulanıklığı yaratıyor.
Kavram tartışmalarının olmasa da makalenin bağlandığı yerde şöyle bitirelim: 20 Haziran bir kutlama günü değil, mücadele çağrısıdır. 20 Haziran göçle, mültecilerle mücadele değil kapitalizmle mücadele çağrısı olmalıdır. Çünkü göçün asıl kaynağı kapitalizmdir, mücadele de ona yönelmelidir. Sınırların, duvarların ve “Avrupa Seddi”nin son kurbanları Kos adası açıklarında denize gömülen mülteciler oldu. Bu vahşeti protesto eden ve Atina sokaklarını dolduran onbinler hepimize örnek olsun.
2o Haziran 2023
https://www.birgun.net/makale/gocmenlerle-mi-kapitalizmle-mi-mucadele-edecegiz-446826