İstanbul’dan Şostakoviç geçti! Leningrad ve Stalingrad Senfonilerine de imza atan ünlü bestecinin eserleri iki gün boyunca (15-16 Mart) müzikseverlerle buluştu. CRR’de (Cemal Reşit Rey) düzenlenen etkinlikler, Flarmonia İstanbul’un harikulade konseriyle son buldu. Rusya’da “Şoştakoviç konserleri bir defa dinlenmez” derlermiş, doğru. Her dinlendiğinde yeni şeyler öğrenilen Şostakoviç eserleri, umalım ki Türkiye’de daha fazla gösteri mekanı bulsun.
Fakat hemen şu notu da eklemekte fayda var: Birçok müzik otoritesi tarafından 20. yüzyılın en büyük bestecisi sayılan ve dünya devrim tarihine besteleriyle adını yazdıran Şostakoviç’in eserleri salonlarda yeterli ilgiyi bulmadı! “Salonlarda tanıdık bir yüz aradım ama bulamadım” desem hani yeridir. Bu not, Türkiye’de en azından sosyalist kesimlerin Şostakoviç’e ne kadar az değer verdiğini ya da Şostakoviç’in ne kadar az bilindiğini gösteren çarpıcı bir veri olarak kabul edilmeli.
Ee ne demişler; iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır. Şostakoviç üzerine bir yazıyı, etkinliklerden sonra değil öncesinde kaleme almamak da benim hatam olsun.
Yine de okurumuz her şeyi kaçırmış değil. Zira Şostakoviç eserlerine ulaşmak gayet kolay. Bu yazıyı okurken de okura tavsiyem budur. Eğer mümkünse lütfen şimdi 8. Senfoni’yi (Stalingrad Senfonisi) açın ve Şostakoviç ezgileriyle birlikte bu yazıyı okumayı deneyin.
ÖLÜMSÜZ SENFONİ:STALİNGRAD
“Şostakoviç, dinleyicinin eline tuval, fırça, palet, boya verir ve ondan tuvale kendi öyküsünü resmetmesini ister” diyor Şef Hakan Şensoy. Bu cümlenin dile geldiği söyleşiden kısa bir süre sonra ve yine onun yönetiminde 8. Senfoni konseri başlıyor. Şostakoviç’in bana vermiş olduğu tuvalde ise şöyle bir resim belirmeye başlıyor:
Tarihin gelmiş geçmiş en büyük çarpışmasının yaşandığı Stalingrad’da kuşatma tam 5 ay sürüyor. Beş bölümden oluşan senfoninin her bölümü, faşist kuşatma altındaki bir ayı anlatıyor.
Birinci bölüm 30 dakika sürüyor. Diğer bölümlere göre daha uzun. Büyük çarpışmanın öncesinde cephenin iki tarafı da gergin. Sukunet hayra alamet değil. Sukunet, fırtına öncesi sessizlik. Şef Hakan Şensoy’un benzetmesi geliyor aklıma. “Sükûnet, Moskova nehrinin yüzeyi gibi” demişti zira. Moskova nehri de böyleymiş. Yukarıdan bakan, nehri hiç akmıyor zannedermiş. Ama bu dingin yüzeyin hemen altında yüzlerce tahliye tüneli varmış ve bu tünellere hücum eden sular müthiş bir akıntı oluştururmuş! Moskova’da, intihar etmeye karar verenlerin nehri seçmesi de bu yüzdenmiş. Düşenin kurtulma şansının olmadığı Moskova nehri, hem Stalingrad’ı hem de Stalingrad önlerine bir bariyer gibi uzanan Volvograd nehrini akla getiriyor… Büyük saldırı öncesi Stalingrad hareketsiz ve sanki hücum edildiğinde hemen teslim olacakmış gibi çaresiz duruyor. Ama notaların her tınısında, şehrin altan alta nasıl muazzam bir direnişe hazırlandığı duyuluyor. Mühimmat yığınağı, kazılan siperler, kurulan tuzaklar, depolanan erzak vs… Bütün bunlar sokak sokak, bina bina, oda oda çarpışmak için. Bütün hazırlıklar sosyalist anayurdu savunmak için! Gel gör ki şehir yaya çekilmiş bir tel gibi de gergin. Yediden yetmişe bütün insanlar sinirli. Kedisi, köpeği, ağacı, çiçeği, börtü böceği ile bütün bir doğa ilk bombaların patlayacağı o korkunç anı bekliyor…
İkinci bölümde kıyamet kopuyor! Keman korosundan yayılan vızıltı, uzaklardan gelen bombardıman uçaklarının sesine karışıyor. Kontrbaslar, ağır ama büyük bir gürültüyle ilerleyen tankların habercisi. Senfoninin bu bölümünde, birinci bölümün tersine bol gürültü var; gümbür gümbür gelen bir savaş gürültüsü. Ve trampet sesleri, savaş borusu, top atışları, hücum talimatları ve bomba yağmuru…
Üçüncü bölümde gürültü ve sükûnet iç içe giriyor, şehre inen cehennem giderek olağanlaşıyor. “Bitsin artık” denen azap bir türlü bitmek bilmiyor. Günde bin 400 sorti yapılan Stalingrad semalarından hemen her gün ölüm yağıyor. Tel tel dökülen halk, her bombardıman aralığında yaralarını sarmaya çalışıyor…
Dördüncü bölüm Hitler ordularının yıkıcı etkisini iliklerine kadar hissettiriyor. Korkunç kıyım ve kuşatma altında süren toplu işkence, hem insanlığın hem de direnişin sınırlarını zorluyor. Acılar ağıtlara, ağıtlar yeniden acılara karışıyor. Yanan insanlar, kül olan ağaçlar, soğuktan ve açlıktan kuruyan çocuklar, çürüyen doğa, ağlayan kuşlar, ağlayan kediler, köpekler ve çiçeklerle Stalingrad, yaklaşan zafer kadar yaşanan trajediyi de ölümsüzleştiriyor.
Beşinci bölüm elbette bir zafer şarkısı. Her defasında küllerinden doğan şehir yeniden ayağa kalkmayı başarıyor. Fakat Şostakoviç, bir mezar taşı bile olmayan milyonların ağıdını unutmuyor. Notaların her birini isimsiz kahramanlara adıyor. Zafer, Stalingrad’ın can vermekle can bulmak arasında gidip geldiği o kritik eşikte yaşanıyor. Toz ve kül bulutları arasında, bütün seslerin sustuğu o ölüler şehrinde, birdenbire yeni doğmuş bir bebeğin kalp atışları duyuluyor! İkinci dünya savaşının kaderini değiştiren Stalingrad, bedeli ağır olsa da umudun ve geleceğin kapısını açıyor.
LENİN’SİZ LENİNGRAD, STALİN’SİZ STALİNGRAD!
“Şostakoviç Günleri” kapsamında gerçekleşen konserler, dinleyenlere gerçekten enfes bir müzik ziyafeti sundu. Ne var ki gerek konserler öncesi yapılan söyleşilerde, gerekse 8. Senfoni’nin hemen öncesinde yapılan sunumda, gerçeklikten oldukça uzak bir Stalingrad hikayesi anlatıldı.
Anlatıcılara göre Hitler kadar Stalin de bir megalomandı! Eğer iki lider Stalingrad konusunda bu kadar diretmese; tarih böylesi bir acıyı yaşamayacak, bu kadar can kaybı yaşanmayacak ve Şostakoviç böylesi ağır bir trajediyi bestelemek zorunda kalmayacaktı. Onlara göre; zaten Stalingrad Senfonisi baskıcı rejim tarafından bir propaganda aracı olarak ısmarlanmıştı. Yine iddiaya göre; Şostakoviç bu ısmarlamaya tepki olsun diye senfoninin son bölümünü bir karamsarlık havasıyla sona erdirmişti! Yapılan söyleşilerde, Sovyetlere ve Sovyet liderlerine yapılan en hafif eleştiri belki de şuydu: “Şostakoviç Stalin’le, ona hem aşk hem nefret duyan şizofrenik bir ilişki halindeydi”!
Sanatın ve sanat kurumlarının Türkiye’de bu denli ağır baskı altında olduğu bir siyasal iklimde “Şostakoviç Günleri” düzenlemek hiç kolay değil. Doğrusu insanın “Nasıl oldu da bu etkinliklere izin verdiler?” diye sorası da geliyor. Fakat yukarda anlatılan tuhaf Stalingrad tablosuna, Hitler faşizmini dize getirmiş sosyalist cumhuriyete yöneltilen amansız eleştirilere bakınca durum daha net anlaşılıyor. Öyle ya Lenin’siz bir Leningrad, Stalin’siz bir Stalingrad anlatılacaksa eğer bunun kime ne zararı olabilir?(!) Bestelerin içinden sosyalist öz, senfonilerden Sovyet halk örgütlenmesi sıyrılıp atılacaksa eğer; ve akabinde halkla birleşmiş parti, halkla iç içe geçmiş Kızılordu yerden yere vurulacaksa yine, Şostakoviç dinletmenin ne sakıncası var?(!)
Bu vahim tablo karşısında insanın aklına ister istemez şu soru da geliyor: Dmitri Şostakoviç, sosyalist kimliğine rağmen bir müzik dehası olduğu için mi CRR konser programına alındı; yoksa sıkı bir Sovyet muhalifi olarak görüldüğü için mi? Yapılan sunumlara bakınca her iki cevabı bulmak da mümkün. Yani festivali düzenleyenler bazen Şostakoviç’e kızıp “Bize dünya görüşü oldukça uzak olsa da..” diye söze başlarken, bazen de “O ılımlı bir komünist bile değildi, sıkı bir rejim muhalifiydi” diyebiliyor.
DİRENİŞTE FİLİZLENEN BESTELER
Şostakoviç sıkı bir komünist, sıkı bir parti üyesi, sıkı bir Marksist, sıkı bir Lenin ya da Stalin taraftarı değildi elbette. O da diğer birçok Rus aydını gibi toplumsal değişme ve devrimler karşısında gelgitler, iç sarsıntılar yaşadı. Ama ne Sovyetler/Sovyet halkları ona sırt döndü ne de o anayurduna. Çünkü sosyalist vatan ve halk nerde dara düşse Şostakoviç orda biterdi. Nerede direniş yeşerse Şostakoviç besteleri hemen oracıkta filizleniverirdi. Şostakoviç’in yaşamı da bunun kanıtıydı zaten.
Dmitri Şostakoviç 1906 yılında St. Petesburg’da (Leningrad) doğdu. Polonyalı bir veteriner olan dedesi 1830 ayaklanmasına katılmıştı. Ayaklanma, Rus Çarlığından bağımsızlık istiyordu. Şostakoviç, devrimci heyecanı henüz küçük yaşlarda ailesinden almıştı. Babası bir kimyacı annesi ise piyanistti. Müzik ve piyano eğitimine annesiyle başladı ve sonrasında profesyonel eğitime geçti. Henüz ilk gençlik çağında “Devrim Kurbanlarının Anısına Cenaze Marşı”nı besteledi. Bu eser Rus işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşen Ekim Devrimine bir saygı duruşuydu.
Hitler’in SSBC’yi işgal planının en önemli hamlesi olan Barbarossa Harekatı Leningrad’a dayanmıştı. Yağma ihtimaline karşı müzeler boşaltılır ve sanatçılar şehirden tahliye edilirken, müziğin dehası Leningrad’da kalmayı tercih etti. Hiç küçümsemeden itfaiyecileri yetiştirmek üzere görev aldı. Daha sonra siper kazma işlerine katıldı. Ama o bütün bu işleri yaparken kafasında notalar yazmaya devam ediyordu. Kendi deyimiyle nota yazmadan duramıyordu. Faşist Alman işgali 900 gün sürmüştü. Şostakoviç kuşatma altında 7. Senfoniyi (Leningrad Senfonisi) yazdı. Bu eser son derece zor şartlarda (9 Ağustos 1942) işgal altındaki kente dinletildi. Dünyada buna benzer bir konser daha önce yaşanmamıştı. Sovyet halkını cesaretlendiren eser Nazilerin moralini bozdu. Zira kayda alınan senfoni, cephede hem Alman hem de Sovyet askerlerine dinletiliyordu.
- Şostakoviç itfaiyeci eğitiminde…
Sovyet anayurdu Hitler faşizmini durdurmak için 22 milyon yurttaşını feda edecekti. Stalingrad ise bu muharebelerin en büyüğüydü. Tıpkı Leningrad örneğinde olduğu gibi Stalingrad işgali de Sovyetler Birliği’nin psikolojik yıkımını hedefliyordu. Çünkü Stalingrad, petrol yatağı Bakü’ye açılan kapıydı ve Nazi ordularının şiddetle petrole ihtiyacı vardı. Ayrıca Stalingrad’ın düşmesi demek direnişe komuta eden Stalin’in adının da yerle bir olması demekti. Fakat bu muazzam direniş Hitler için sonun başlangıcı oldu. Şostakoviç, Stalingrad direnişini ölümsüzleştirmek ve zaferi taçlandırmak için 8. Senfoniyi kaleme aldı. Stalingrad Senfonisi, zafere yürüyen yolda bütün Sovyet halklarına moral verdi. Gelecek çağlara -her dinlendiğinde tekrar yaşanacak olan- kalıcı bir yapıt bıraktı.
Üç kez Lenin ve tam 11 kez Stalin Ödülü’ne layık görülen Şostakoviç’in eserleri dünya çapında ün kazandı. Sosyalist yönetimin bu denli değer verdiği ünlü besteci devletin politik ve diplomatik heyetlerinde de görevler aldı. O dönem, genç cumhuriyeti selamlamak üzere Şostakoviç’in Ankara’da konser verdiğini de not edelim.
KALP ATIŞLARI…
İki gün devam eden “Şostakoviç Günleri”nde kulağım ilginç bir detaya takıldı. İlk gün, Sol Majör Opus 134 keman piyano sonatının hemen bitiminde, Şostakoviç’in kalp atışlarını duydum. Kalbi yorgundu ve birazdan duracaktı. Zaten eser de onun son dönem bestelerinden biriydi. İkinci gün seslendirilen Stalingrad Senfonisi’nde duyduğum bebeğin kalp atışlarıyla Şostakoviç’inkini yan yana koydum. Ölümle doğum arasındaki o müthiş diyalektik onun eşsiz notalarında vücut bulmuştu.
- Flarmonia İstanbul 8. Senfoni konserinden
- 19 Mart 2017
- https://www.evrensel.net/haber/312769/fasizme-direnen-notalar-sostakovic