İstanbul metro hatlarından geçerken, yürüyen merdivenlerde yahut asansörlerde, onların çelik üzerine işlenmiş damgalı isimlerini görürsünüz: ThyssenKrupp.
Tıpkı diğer Alman tröstleri gibi bu iki çelik devi, bir zamanlar Hitler faşizmine yol veren sermaye sınıfının bileşenlerindendi. Birinci Dünya Savaşı yenilgisi ve 1929 ekonomik buhranını aşmak için burjuvazi faşist devlet terörüne sarıldı. Yahudilerin yakılması, ırkçılığın kışkırtılması, komünist avına çıkılması, sendikaların dağıtılması, işçi önderlerinin toplama kamplarına gönderilmesi… Bütün bunlar Alman çelik ve silah tekellerinin, Almanya mali sermayesinin önünü açmak içindi.
“Almanya’nın en büyük kapitalistlerinden Fritz Thysssen 1924’te ‘Bizdeki demokrasinin hiçbir varlık sebebi yoktur’ diyordu. Eski bakanlardan Dernburgise ‘8 saatlik iş günü Almanya’nın içine yerleştirildiği tabutun çivileridir’ diyordu…. Gelsenkirchen metalurji konsorsiyumunun sahibi Emil Kirdorf ise 1 Mayıs 1936’da şu açıklamayı yapıyordu: ‘Bütün hayatımı gözden geçirdiğimde, bana uzun bir ömür bahşederken ve böylece tam da gerektiği anda Sevgili Führer’imizin yardımına koşmama imkan verdiren Tanrıma nasıl şükredeceğimi bilemiyorum.” (Arif Koşar)
Faşizm, sonraki yıllarda, farklı ülkelerde ve modellerde de görüleceği üzere; “Tekelci burjuvaziye hızlı ve çıkarlarını tam karşılayan kararları garanti altına alma olanağı sağlayacak olan; merkezileştirilip hızlandırılmakla kalmayan, ama giderek istişarenin azalıp -dar çevresiyle- tek kişinin, şefin/reisin belirleyeceği kararlar, seçim yerine atama ilkesinin geçirilmesi, dikte etmenin genelleşmesi ve muhalefetin hayat hakkı tanınmayıp zorla ezilmesiyle burjuva devletin faşist diktatörlük olarak örgütlenerek biçim değiştirmesi”ydi. (Mustafa Yalçıner)
Hitler, Mussolini birer manyak oldukları için doğmamıştı faşizm. Ya da dünya, insanlığın doğası şiddete ve faşizme meyilli diye kana boyanmamıştı. Zira, “faşizmi ‘Zaten hep yaşadığımız bir şey’ olarak gösteren analizler, ‘içimizdeki faşizm’ gibi laflar faşizmi sıradanlaştırmak, bir sistem olarak niteliklerinin çarpıtılmış biçimde anlaşılmasına yol açmaktan başka bir anlam ifade etmez”… Örnek: “Faşizmin Filozofu Giovanni Gentile, Hegel’den mükemmel devlet fikrini, Marx’tan sınıf mücadelesinin teorisini ‘milletler mücadelesi’ haline getirerek ve Nietzche’den ‘üstün insan’ kavramını çarpıtarak aldı. Bunlardan Mussolini’nin beklediği gibi ‘Zayıf olanın güçlü olan tarafından tasfiye edilmesi’ sonuçlarını çıkardı. Etiyopya’nın işgalini bu felsefeye uygun bularak destekledi.” (Aydın Çubukçu)
Öyle ki, 1922’de İtalya’da iktidara getirilen faşizm, burjuva savaş politikalarına ‘doğurgan’ kadın kitleleri de dahil edecekti. “La donna fascista (Faşist Kadın) gazetesinde, İtalyan kadının sivil cephede nasıl fedakarlık yaptığı şöyle anlatılıyor: ‘Ne üzücü, ana vatan oğullar talep ederken çorak kalmak ne kadar üzücüdür! Ve ülkesine bir değil, iki değil, hatta üç oğul sunabilen çok çocuklu bir anne ne denli gururludur. … Bugün bir anne gazete sayfalarını açıp zaferin ilerleyişini okuyor ve ruhunda asker oğlunun yolundan gidiyor. O anne ki, sanki yapacağı hiçbir şey yokmuş gibi seyreden çocuksuz bir kadından daha mutludur.” (Fulya Alikoç)
Avrupa’da şahlanan faşist ordular SSCB topraklarına dayanırken, Türkiye tarafsız kalır görünerek Nazilerle iş birliğine soyunacaktı. İktidarda o dönemin tek parti hükümeti CHP vardı. “İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlamasından sonra, 1941’de Nazi Almanyası ile Türk-Alman Dostluk Anlaşması yapılmış, Türkiye Sovyetlere karşı kurulan Anti-Komintern Paktı’na gözlemci olarak katılmış ve Nazilerin silah sanayisi için hayatı önem taşıyan krom madeni satışı yapılmıştı. Nazi Almanyası ile girilen bu ilişkiler Türkçü faşizmin kendine örgütlenme alanı bulmasına ve yayıncılık faaliyetlerinin gelişmesine ortam sağlayacaktı.” (Yusuf Karataş)
Peki, dünyayı kasıp kavuran faşizme karşı nasıl mücadele edilecek, işçiler ve ezilen halklar gamalı haçtan nasıl kurtulacak, Mussolini’nin faşist baltası nasıl kırılacaktı? “Kominternin 7’nci Kongresinde (1935) daha da netleştirilerek Dimitrov tarafından açıklanan faşizme karşı mücadelede komünist tutum, sonraki süreç boyunca da temel önemdeki bir referans olarak alındı. Buna göre, faşizme karşı mücadelenin başarıyla sürdürülebilmesi ve faşizmin yenilgiye uğratılması için her şeyden önce kapitalist parti fraksiyonları tarafından etki altına alınmış işçi sınıfı kitlelerinin birliğinin sağlanması ve antifaşist halk cephesi politikasının işçi sınıfı ve örgütleri merkez alınarak geliştirilmesi gerekiyordu. İşçilerin birleşik cephesi ile antifaşist güçlerin birleşik cephesi birbirinin alternatifi olmayıp birbirlerini güçlendiren/tamamlayan oluşumlardı.” (Yusuf Akdağ)
Nihayetinde zafer günü gelip çattı. 8 Mayıs 1945’te Nazi orduları havlu attı. Kızılordu Berlin’e girmiş, kızıl bayraklar Reicghstag binasına asılmıştı. Ne var ki gamalı haç gömülse de faşizm tehlikesi biçim değiştirerek dünya halklarının tepesinde dolaşmaya devam edecekti. Faşizme ve komünizme alternatif olarak gösterilen liberalizasyon bu kez CIA eliyle gerçekleşen faşist darbelere kırmızı halı serecekti.
“Friedmancı ‘liberalizasyon’ hiç de öyle ‘hürriyetli’, demokrasili, şevkli, liberal bir hamle olmadı. Özellikle de Latin Amerika ülkelerinde. Bir gecede iktidara el koyan CIA yönlendirmeli ordular işçi sınıfını, emekçilerin örgütlerini dağıtıp parlamentolarını kapattıktan, Şili’de toplumsal bölüşüm sisteminde halkın durumuyla ilgili iyileştirmeler ve sanayi tesislerinde millileştirmeler gerçekleştirdiği için iş birlikçilerle ABD tekellerinin diş bilediği Allende’yi öldürdükten sonra, binlerce insanı işkence altında katledip ‘Kaybettikten’ sonra şafağı sökmekte olan neoliberalizme selam durdu…. Türkiye’deki 1971 ve 24 ocak kararlarını uygulamak için gerçekleştirilen 1980 darbesi de bu zincirin birer halkasıdır”… Ve bugüne gelindiğinde “Tek adam rejiminin güçlendirilmiş yürütmenin, üç kuvvetin idaresini ve medya kontrolünü üzerine almış başkanın etrafında, bir şirket yönetim kurulu gibi çizildiği şema neoliberalizm sürecinin devletle ilgili en başarılı ürünlerinden biri sayılır.” (Nuray Sancar)
Gelinen yerde “Türkiye, 24 Haziran seçimlerini kazanan tek adam yönetiminin, Cumhur İttifakı destekli ve 2023 hedefli (Bahçeli çıkıp baskın seçim ilan etmezse) ‘büyük ustalık dönemini’ yaşıyor… Gerici faşist politik bir rejim inşa etmek üzere atılan adımlar arasında, mahalle bekçilik sisteminin yeniden uygulanmaya başlanması, saraya bağlı olarak oluşturulan Takviye Hazır Kuvvetler Müdürlüğünün örgütlenmesi, İçişleri Bakanına dernek ve vakıfların kapatılması yetkisinin verilmesi vb. düzenlemeler ‘büyük ustalık döneminde’ gerçekleşiyor.” (İskender Bayhan)
Bu arada unutmadan…. Faşist akımlar tarafından “Kitlelerin kapitalizme öfkesi ‘bürokratik elitlere’, işsizliğin sorumlusu göçmenler ve siyahlara (bizde Suriyeliler ve Kürtler), istikrarsızlığın, belirsizliğin ve kayıpların yol açtığı güvensizliğin kaynağı rakip partilere yansıtılarak istismar edilmeye devam ediyor.” (Nuray Sancar)
Özetle ekonomik kriz, pandemi ve emperyalizm koşullarında faşizme hem dünya hem de ülke ölçeğinde davetiyeler çıkarılıyor. Tekelci burjuva egemenliğinin en şiddetli, en terörist biçimi olan faşizme karşı işçilerin birliğini ve birleşik halk hareketini bugünden örgütlemek ise hayati önem taşıyor.
Bu makaledeki alıntılar Teori ve Eylem dergisinin “Faşizm: Geçmişten günümüze!” başlıklı Bahar sayısından alındı. Yazarların kaleme aldığı her bir makale ders niteliğinde. Dergide ayrıca Ahmet Cengiz “Erdoğan rejimine dair notlar”, Seyit Aldoğan “Yunanistan’da faşizm”, Ayhan Aydoğan “Arjantin’de faşizm” ve Ali Yaşar ABD’de sınıf mücadelesi ve faşist hareketler konusuna odaklanıyor.
Tavsiye ederim.
10 Mayıs 2021