Sevgili Selahattin,
“Sekizinci Kıta” kitabımı okuduktan hemen sonra yazmıştın. “Görülmüştür” damgalı mektubun, kitapla ilgili aldığım en iyi geri dönüş bildirimlerindendi. Şimdi sıra bende 🙂
Mektup yazsam geç gelirdi, böyle köşeden yazınca daha hızlı okursun sanırım.
Üç gündür elimde evirip çevirdiğim, sayfalarına kurşun kalemle notlar aldığım “Efsun” az önce bitiverdi. Şanslıyım çünkü elimde bir değil iki “Efsun” kitabı var. Üstelik her ikisi de imzalı. Birinde senin diğerinde Başak Hanım’ın imzası var. Diyarbakır ziyaretinde heyet olarak bizi çok iyi ağırladı, sağ olsun. Orada imzaladı. Romanın emektarlarından Delal ve Dılda’yı görme şansım olmadı maalesef ama onlara da “En Güzel Şarkı” romanımı imzaladım. Sıkı eleştirmenler olduğu belli, seni epey terletmiş olmalılar, bakalım bana ne diyecekler 🙂
Neyse lafı uzatmayayım, gerek yok. Eminim ki bir an önce, kurşun kalemle alınmış notlarımda Efsun’a dair neler söylediğimi dinlemek istersin. Hemen başlıyoruz:
Öncelikle belirtmeliyim ki; Beyrut-İstanbul-Atina üçgeninde yazılmış bir roman olarak Efsun, Anadolu insanını tarihsel ve mekansal olarak yürekten yakalamayı başarıyor. Sözünü ettiğimiz bu coğrafya, iç savaş ve çatışmalarla yoğrulmuş destanların, çağdaş yazıtların diyarı. Dolayısıyla roman, mekan tercihleriyle 1-0 önde başlamış. “Lübnanlaşmayan kaç yer kaldı ki şu dünyada?” derken anlatılan aslında hepimizin hikayesi.
Kitapta adı geçen, hiç görmediğin ama görmediğin halde araştırıp yazdığın birçok yer, bizim de görmediğimiz yerler. Tuval anlatımıyla bizi oralarda gezdirdiğin için teşekkürler. Ve mekana dair son not: “Seviyorum İstanbul’u gözlerim hem açık hem de kapalıyken” diyebiliyorsa bir kalem, dört duvar arasından, dışarının coşkusunu dışarıdakiler kadar yaşıyor demektir. Kitapta ayak basılan her yer, bu duyguyu güçlü biçimde hissettiriyor, inan. Mizah anlatımı ve neşe de her zamanki gibi kalemine güç katıyor.
Efsun’da benim ilgimi en çok zaman ve zamanın akışıyla birlikte sosyoekonomik, toplumsal değişim çekti. Feodal otoritenin tipik portrelerinden Bakır Ağalar, yerini kapitalist kent hayatının finans baronu haline gelen Kenan Kayalara bırakırken gizli ajandalarını hiç terk etmiyorlar. Her biri antik tanrılardan bir silüet. Ve kahyaların, marabaların, hizmetkar kadınların, çocuk gelinlerin, babaların ve babalarının kim olduğundan bihaber çocukların kaderini çiziyorlar: Birbirinden berbat kaderlerini. Efendilerin dünyasında kuşaktan kuşağa devredilen bir hakimiyet mirası bu. Sert bir sınıfsal gerçeklik. Üstelik vahşi ve de eril.
Henüz doğmamış çalışmaların nasıl şekillenir bilmiyorum ama buraları biraz daha deşmek, gün yüzüne çıkarmak faydalı olur.
Traktörün ve döverbiçerin Çukurova topraklarına inmesiyle kabuk değiştiren çizmeli ağalar devri Yaşar Kemal romanlarında enfes anlatılır, bilirsin. Ama bugün mega kentte gayrimülk zengini haline gelmiş, boğazdaki yalıları mesken tutmuş, dünün ırgatlarından sonra modern emekçiler ordusunun zincirlerini eline almış burjuva portrelerini daha çok yazmaya ihtiyaç var. Suat Derviş’ten sonra böylesi eserler arıyor insan. Efsun’u okurken bu hisse yaklaştığım epeyce an oldu. Nedense İlya Ehrenburg’un “Tröst” romanını da hatırladım: Milyonlarca insanın hayatını rakamlarla yarıştıran ve rakamlar uğruna emekçi hayatlara berbat kaderler çizen tekellerin dünyasını. Bir okur olarak, oralardan bir şeyleri alıp Efsun’a getirmek istedim.
Kitabın “organik tatil”e dair yaratıcı diyalog bölümü de enteresan. Caner ve Efsun’a devrolan mirasın belirsiz bir gelecekte nasıl kullanılacağı sorusuyla birlikte düşününce, Çernişevski’nin “Nasıl yapmalı?” romanından aklını alamıyor insan. Zira kapitalist sistemde sosyalist adacıkları inşa etmenin romantizmi o dönemde çokça tartışılmış, Lenin çok defa bir tartışma kitabı olarak “Nasıl Yapmalı”yı eleştirel bir gözle okumayı tavsiye etmişti.
Sevgili dostum,
Resim sanatına ne kadar meraklı olduğumu, hani zaman olsa bıkıp usanmadan günlerce nasıl desenler çizebileceğimi bilemezsin. Wemeer’den Munch’a Picasso’dan da Silva’ya resim sanatını romana ustaca yedirdiğin için tebrik ediyorum. Ben kitabı okurken yanlarına iki ressam daha koydum: Köylü Ayaklanmalarının Ressamı Diego Rivera ve Kapital’in Ressamı Yüksel Arslan. Romanı işte böyle okudum.
Ha bu arada…
Efsun’da Amin Maalouf’tan yaptığın şu alıntı da memleketin hali ortadayken safiyane hayaller peşinde koşanlara gelsin: “Geleceğin yolları pusularla doluysa, takınılacak en berbat tavır, her şey çok güzel olacak diye mırıldana mırıldana gözü kapalı ilerlemek olacaktır.”
Daha fazlasını da söylerim ama gerek yok… Zira köşe yazısının sonuna geldik.
Sonuç olarak Efsun, pandemi ve esaret günlerinin özgün bir romanı olarak hep müstesna bir yerde duracak. Eline sağlık.
Özgür yarınlarda buluşmak dileğiyle, hoşça kal.
01 Kasım 2021