Deniz, Yusuf, Hüseyin… Ve yoldaşları… İdam sehpasına yürümeden önce, mahkeme salonlarında, yargılayanları yargılayacaklardı. Halk adına yapılan savunmalardı bunlar. Ve o savunmaların birinde, Hüseyin İnan aynen şunları söyleyecekti:
“Okulsuz, yolsuz, açlığa terk edilmiş halde, halkının yüzde 70’i hâlâ okuryazar olmayan, 500 bin işçisi Almanya’ya göçmen olarak gitmek isteyen, ağır sanayi diye kolonya fabrikalarının açıldığı, tarikatçılığın, Nurculuğun ve Kur’an kurslarının asırlar öncesinin geri düşüncelerini yaydığı bir Türkiye… Ülke toprağının 35 milyon metrekaresi ABD emperyalizminin silahlı gücüne teslim edilmiştir. Misakımilli içinde bir halk olan, Türk halkıyla tarihi bir kardeşlik sınavı vermiş bulunan Kürt halkının dili, kültürü asimilasyona tabi tutulmuş, bu halkın öz dili ve kültürü ortadan kaldırılmak istenmiştir. Şeyhlik vardır Türkiye’de. Doktor nedir bilmeyen insanlar, onların idrarını içerek, bastığı toprağı muska yapıp saklayarak dertlerine derman aramaktadırlar. Türkiye bu çağ dışı koşullardan kurtarılmadıkça, Süleymancılık, Nurculuk, şeyhlik, derebeyi artığı toprak ağalığı ve iş birlikçi sermaye kurumları tasfiye edilmedikçe Demokrat Partiler, Adalet Partiler hep iktidara geleceklerdir. Ve hem de ‘milli idareyi’ temsil ettiklerini söyleyeceklerdir…”
“Türkiye’nin bu çağ dışı koşullardan kurtuluşu” ve bu uğurda gerçekleşen devrimci yürüyüş, ancak ABD ve NATO destekli askeri darbeler, cuntalar zinciriyle durdurulabilirdi. 12 Mart 1971 askeri darbesine rağmen ayağa kalkmayı başaran işçi sınıfı ve halk hareketi, bu kez daha ağır bir zulüm makinesiyle, 12 Eylül 1980’de ilan edilen askeri faşist diktatörlükle ezildi. Halkı ve devrimcileri hedef alan sivil faşist terör ve provokasyonlar da bu karanlık süreci destekledi. Amaç, sermaye egemenliğini tahkim etmek, emek sömürüsünü arttırmak, sosyalizm özlemini yok etmek ve her türden gericiliği pekiştirmekti.
Türkiye’de darbelerle iç içe geçmiş faşist bir dikta geleneğinden söz edilebilir. Ne var ki o zulüm günlerinin içinden, işkencehanelerden, cezaevlerinden, idam sehpalarından yükselen ve Anka kuşu misali kendi küllerinden doğan bir devrimci diriliş geleneğini de görmek gerekir. İdam sehpalarında dilden dile miras bırakılan bir bayrak törenidir aynı zamanda devrim. Denizlerden devralınan kızıl bayrak, 12 Eylül’ün zulüm günlerinde, bu kez 17 yaşında genç bir komünistin ellerindedir:
“Bütün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni aldığınız emirlere uygun yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün sizin yerinize halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak, doğru kararı verecektir…”
Erdal Eren 13 Aralık 1980’de darağacında katledildi. Denizlerin idamının üzerinden 50, Erdal’ın idamının üzerinden ise bugün itibarıyla tam 42 yıl geçmiş bulunuyor.
Yarım yüzyıl sonra bugün…
Hüseyin’in ülkeye dair yaptığı tahlilden yola çıkarsak…
Bugün ülkede okuryazar olmayan sayısı elbette yüzde 70’lerde değil. Ama Almanya’ya işçi göçüne beyin göçü eklendi. İtilip kakılan, aşağılanan, insanca yaşam ve gelecek güvencesi olmayan gençlerin yüz binlercesi Avrupa yolunu kolluyor. Varlıklı ailelerin çocukları kolejlere, yoksul çocuklar ise ya imam hatip liselerine ya da haftanın 4 günü işçi olarak çalışacakları mesleki eğitim merkezlerine (MESEM) gönderiliyor. Yandaşlık, torpil arşa çıkmış durumda. Memleket diploma cenneti ama her yer diplomalı işsiz kaynıyor. Türkiye’de sanayi adına kolonya fabrikasından çok ötesi var artık. Ama işçi hakları da kuşa çevrilmiş durumda. Hem göçmen hem yerli işçiler, ucuz emek pazarında Pakistan ve Bangladeş’le yarıştırılıyor. Asgari ücret genel ücret haline getirildi. Çalışanların yarısından fazlası ve üstelik aileleriyle birlikte açlık çıtasının altında yaşıyor. Yani yine aç! Tarikat ve cemaatler altın çağını yaşıyor. Timur Soykan’ın haberinde görüldüğü gibi 6 yaşında çocuklar “evlilik” adı altında yıllarca istismar ediliyor. Çocukların yaşadığı dehşet 50 yılda köylerden kentlere taşındı ve şimdi merdiven altı sübyan mekteplerinde karşımıza çıkıyor. Şeyhlerin “Bastığı toprağı muska yapıp derdine derman arayanların” yanına “badeleme” gibi sapıklıklarla en iğrenç esareti yaşayan yoksul insanların hazin hikayeleri eklenmiş durumda. Ve elbette bütün bu gericilik mekanizması 12 Martlardan, 12 Eylüllerden güç alarak, Özal ve devamındaki iktidarlar sayesinde palazlanarak ve nihayet AKP’li yıllarda ve tek adam yönetiminde zirveye çıkmış bulunuyor. Kürt halkı hâlâ baskı ve asimilasyon altında ve çocuklar ana dilinde eğitim yapamıyor. Önceleri ABD ve NATO’nun savaş arabasına binilirken, şimdilerde buna Rusya’nın savaş arabası eklendi. Ekonomik, askeri ve siyasi bakımdan emperyalizme bağımlılık daha da artmış durumda.
İşte Denizleri ve Erdal Eren’i anlamak, yarım asırlık bu sınıf mücadelesinde ülkenin nereden nereye getirildiğini anlamaktan da geçiyor. Devrim ve karşı devrim arasındaki mücadelede yoldaşlarımızı asarak katledebilirler. Ama geçtiğimiz yarım asırda görüldüğü üzere halkın eşitlik, özgürlük, bağımsızlık ve sosyalizm özlemlerini asla yok edemezler, edemeyecekler.
Erdal katledildikten bir gün sonra 14 Aralık 1980’de Milliyet gazetesinde şöyle bir haber yayımlandı:
“Dün sabaha karşı idam edilen Erdal Eren babasına verilmek üzere bir mektup, bir kol saati ve 800 lira para bıraktı…”
Darağacından Türkiye gençliğine ve halkına bıraktığı miras ise şu haykırıştı:
“Kahrolsun Faşist Diktatörlük!”
Sermaye egemenliği, dikta rejimler ve diktatörlük sevdalıları bir gün yenilecekler. Erdal’a sözümüz budur bizim.
Peş peşe ölümsüzleşen Sinan, Erdal ve Ercan’a saygıyla.
13 Aralık 2022
https://www.evrensel.net/yazi/92123/denizlerden-erdallara-yurudugumuz-bir-yol-var-bizim