lkin Anadolu’nun yoksulları doldurdu Çağlayan’ı. Sonrasında 90’lı yıllar, bölgede çatışma ortamı ve can havliyle kendini İstanbul varoşlarına atan Kürt yoksullar. Tekstil sektörünün kaçak işçi cennetinde çalışma sırası onlarındı.
2000’li yıllara girildiğinde Çağlayan’ın yeni müdavimleri Iraklılar, İranlılar, Özbek, Moğol, Türkmen ve Tatarlar olmuşlardı. 2011’den itibaren iç savaşa sürüklenen Suriye, kitlesel göç vermeye başlayınca, 21’nci yüzyılın bu en büyük göçü Çağlayan’ı da sarstı. Göçmen nüfusunda zirveye Suriyeliler yerleşmişti artık.
Çağlayan İstanbul’un göbeğinde olmasına rağmen, kaçak işçi cennetinin arka bahçesiydi. Büyük patronlar kadar devlet de bu gerçekliğe göz yumdu, hem de yıllar boyunca. AKP hükümeti eliyle Suriye’de devreye sokulan pro-aktif siyasi hesaplar, içerde mültecilerin kayıt dışı çalışmasına göz yumulmasını gerektiriyordu çünkü. Üstelik Türkiye’ye gelen ve hızla proleterleşen mülteciler ülkeyi Avrupa’nın Çin’i ya da Bangladeş’i yapıyordu. Ki bu gelişme küresel emek pazarında Türkiye burjuvazine muazzam avantajlar sağlıyordu. Büyük firmalar, büyük patronlar -sonradan cızırdasalar da- merdiven altı sömürünün kaymağını fasonlar eliyle semirmeyi uzunca süre bildiler. Öyle ki AB patentli firmalar bile “fason hortumlar” üzerinden mültecileri sömürmekten geri durmadı.
İstanbul’daki binalar deprem riski nedeniyle hızla “kentsel dönüşüm” projelerine alınırken; tekstil atölyelerine, “bekâr odaları”na, Suriyeli ailelere fahiş fiyatla kiralanan Çağlayan’ın bitap ve köhnemiş binaları, kentin orta yerinde (sömürünün arka bahçesinde) bir biçimde saklanmayı başardılar. Öyle ki, bu kayıt dışı sömürü merkezinin hemen yanında yükselen “Avrupa’nın en büyük Adliye Sarayı” bile Çağlayan’daki derin çelişkinin ortadan kalkmasını sağlamadı!
“Mülteci statü hakları” uzun yıllar gasp edilen ve kimliksiz yaşamaya mecbur bırakılan Suriyeli mülteciler, sonrasında “Geçici Koruma” kapsamına alındılar, “kimlik” sahibi oldular (!). Ne var ki, bu durum, geçici halin kalıcılaştırılmasından başka bir şey değildi. Bu yeni dönemde mültecilere uygulanan sömürü politikalarının adı değişse de özü değişmedi. Örneğin geçici koruma kapsamında olan mülteci işçiler için çıkartılan “Çalışma İzni”nden sadece 31 bin mülteci yararlanabildi! Bir buçuk milyona yakın mülteci işçi ise kayıt dışı sömürülmeye devam etti.
***
Şimdilerde Çağlayan’ın sokaklarında korku ve sessizlik hâkim. Apartmanlardan gelen makine sesleri de eskisi kadar güçlü değil. Önce İçişleri Bakanlığı’ndan gelen açıklamalar ve ardından İstanbul Valiliği’nce başlatılan sıkı kontrol, denetim ve il dışına göndermeler mültecileri evlerine, atölye içlerine hapsetti. En büyük korku ise sınır dışı edilme korkusu. Türkiye’de önceleri uzun süre kimliksiz yaşamak zorunda bırakılan, sonrasında “geçici koruma” kapsamına alınan ama bir türlü mülteci statüsü tanınmayan Suriyeliler için üçüncü bir kırılma ve yeni travma haliydi bu.
Suriye denkleminde AKP’nin önceki siyasi beklentilerinin boşa çıkması, Suriye’nin kuzey doğusu için ABD ile varılan yeni anlaşma ve 500 km boyunca uzanacak “güvenli bölgeler”, yanı sıra yerel seçimde uğranan hezimetin bir nedeninin de “mülteci sorunu” üzerinden AKP’ye yönelmiş öfke ile açıklanması… Bütün bunlar İstanbul sokaklarında mültecilere yönelen “sürek avı”nın parametreleri olarak açıklanabilir. Bunun için daha fazlası da söylenebilir: İşsizliği, yoksulluğu, ekonomik krizi mültecilerle açıklayan şoven burjuva siyasetin güç kazanması ve sınıf bilincinden yoksun emekçi kitlelerin hızla yabancı düşmanlığına yedeklenmeleri de bir başka parametre örneğin. Ya da Avrupa sağı ile yarışan kimi CHP’li belediyelerin mülteci düşmanı icraatlarının belirli bir seçmen grubunda destek bulmuş olması. Fakat açık olan şu ki; her durumda yeni bir göç (ki bu kez yaşanan Suriye’ye doğru ve zorla dayatılan tersine bir göçtür) ve yeni bir trajedi mültecilerin kapısını çalıyor.
***
Bir savaş bölgesine doğru, gerisin geriye göç etmek zorunda bırakılmanın dayanılmaz baskısı ve hayal kırıklığını; gelin isterseniz bir mülteci işçinin dünyasından okuyalım…
Benim kahramanımın adı Cuma.
O, diğer yüzlerce mülteci işçi gibi Çağlayan’da çalışıyor. Cuma’nın beş çocuğu var, üçü ilkokula okuyor. Küçük olanı sınıf tekrarı yapmış, Öğretmeni onun için içe kapanık bir çocuk diyormuş.
Cuma’yı 2013’ten beri tanırım. Hatırlıyorum: ilk zamanlar küçük kızı İstanbul semalarında bir uçak göstererek şöyle demişti: “Baba bomba atacaklar diye korkuyorum…” Halep günleri gelmiş gözünün önüne çocuğun. Sahi şimdi o çocuk, babası ile birlikte Halep’e nasıl dönecek, nasıl zorla gönderilecek?
Geri gönderilme korkusu mülteciler için öyle bir şey ki, büyük-küçük yaş farkı tanımıyor. İşte Cuma’nın yaşadığı duygular: “Suriye’deki yönetim Türkiye’den dönen herkese terörist gözüyle bakıyor. Oysa ben işçiyim. Burada insanlar bize ‘Suriye’de neden kalmadınız, neden savaşmadınız’ diye soruyor. Dönünce aynı soruyu Suriye’deki yönetim soracak. Ne yapalım biz?”
***
Cuma birçok Suriyeli mülteciye göre daha şanslı. Çünkü “geçici koruma” kimlik belgesinde kayıt yeri olarak “İstanbul” yazıyor. Bu yüzden (en azından şimdilik) denetime takılırsa il dışı edilmeyecek. Fakat başka bir büyük derdi var Cuma’nın: onun “çalışma izin belgesi” yok!
Aslına bakarsanız çalışma izni demek; sigortalı çalışma demek. Ama Cuma’ya çalışma izni çıkarsa AB fonlarından çocuklarına gelen yardım kesilecek. Bu da çocuk başına 120 lira demek. Beşle çarpsanız 600 lira eder. Cuma ve eşini eklediğinizde kesilecek yardım tutarı ayda 840 liraya çıkıyor. Nereden baksanız bir aylık ev kirasına bedel!
Çalışma izni, Çağlayan’daki mültecilere “sigorta imkânı” getirse de ücret artışı getirmiyor. Tersine ücretleri düşürüyor! Çünkü küçük patronlar sigorta maliyetini işçinin ücretine bindiriyor, ek ücret artışı yapmıyorlar.
Aldığınız ücret ay sonunu getirmez ise ve patron size şöyle bir teklifle gelirse cevabınız ne olur: “İster sigorta paranı sana vereyim, istersen haftalığından kesip sigortanı ben yapayım, ne dersin?”
Sizi bilmem ama Çağlayan’daki işçilerin yüzde 90’ı bu koşulda sigortasız çalışmayı tercih ediyor. Üstelik yerli, mülteci ayrımı yapmadan yoksullukla boğuşan hemen her işçi bu tercihi yapıyor.
İsterseniz Cuma’nın aldığı ücret üzerinden bir hesap yapalım: Cuma günde 10-12 saat çalışıyor. Ücretini aylık değil haftalık alıyor, o da 900 liraya denk geliyor. Dört hafta ile çarpsanız 3600 lira eder. Sezon boşlukları olduğunda haftalarca çalışmadığını bir kenara not düşelim.
Bu durumda Cuma çalışma izni alırsa 840 lira AB yardımlarından olacak. En az bir bu kadar da sigorta kesintisi olacak. “Ev kira, beş de çocuk var, geçim nasıl olacak?” diye soruyor Cuma. Onunla birlikte binlerce mülteci işçinin şimdiki çıkmazı bu.
Öte yandan, çalışma izni olmadığında yakalanma, para cezasına çarptırılma ve hatta fişlenerek sınır dışı edilme korkusu yaşıyor işçiler. Bu da ister istemez illegal çalışmayı (gece çalışması, part-time korsan çalışma, evi işe götürme gibi) derinleştiriyor.
Dolayısıyla alt yapısı oluşturulmamış, sosyal ve ekonomik açıdan güvence altına alınmamış her uygulama (çalışma izni gibi) mülteci işçilere huzur değil gerilim yaşatıyor.
***
Küresel göçün gizlediği en amansız soygunlardan biri de müktesep haklar. Yani mülteci işçilerin geriye dönük kazanılmış hakları.
Yine Cuma’nın durumundan yola çıkarak anlatmaya çalışalım: Cuma savaştan önce tam 8 yıl Halep’te çalışmış. Üstelik orada sigortası günü gününe yatmış. Ama iç savaş tırmanınca ailesiyle birlikte Suriye’yi terk etmek zorunda kalmış. “Sekiz yıllık birikimim orada kaldı” diyor Cuma, acı acı gülerek. Türkiye’de mülteci olarak işçilik yaptığı yılların toplamı ise 7 yıl. Ama bu 7 yılın ne kaydı var ne de kuydu! Bu durumda toplam 15 yıllık sigorta hakkı/birikimi gasp edilmiş bir işçi duruyor karşımızda.
Kısacası, mülteci işçilere “çalışma izni”ni şart koşanlar; gasp edilmiş müktesep hakların telafisine yanaşmadıkları gibi hukuksal herhangi bir destek ya da güvenceden de söz etmiyorlar.
***
Geri dönmek zor, peki ya kalmak?
Şöyle anlatıyor Cuma: “Halep’te kiradaydık, eşyaları bir kenara attık, geldik. Dönsek geçiniriz ama can korkusu var. Kalsak vatandaş olmak şart. Vatandaşlık alan arkadaşlarım var. Eşim Türkmen, belki biz de alırız. Ama Türkiye’de hayat çok pahalı. Mülteci kalsan haklarını vermiyorlar, dönmek istesen dönemiyorsun…”
Özcesi: Mülteci statüsünü elinden alınmış 4 milyon Suriyeliden biri o. Emeği çalınmış 1,5 milyon mülteci işçiden biri o. Geri gönderme baskısıyla geceleri korsan çalışmaya mahkûm edilen binlerce Çağlayan işçisinden biri ha keza.
Ve sokakta, okulda, hastanede her daim öfkeli gözlerin, nefret dolu sözlerin gadrine uğrayan; her melanetin sorumlusu sayılan, enva-i çeşit ayrımcılığa uğrayan İstanbul’daki 1 milyon Suriyeliden biri o. Geri gönderilmek ile amansız sömürü arasında çırpınıp durmak ise; onun/onların henüz kıramadıkları makus talihleri.
***
Peki, bir çıkış yolu yok mu?
Olmaz olur mu, var, Cuma bunu biliyor. Zira onunla ilk tanışmamıza vesile olan hadiseydi biraz da adına “çıkış yolu” denen.
Mülteci İşçiler[1] kitabında yazmıştım: Yıl 2013’tü. Cuma ve 30 kadar işçi arkadaşı, çalıştıkları atölyede, ücret alamadıkları için iş durdurmuşlardı. Patron kaçınca işçiler makineleri satmaya karar vermişlerdi. İçinde hem Türkiyeli hem de Suriyeli işçilerin olduğu bir eylemdi bu. Sonuçta farklı dillerden işçilerin birliği galip gelmiş, işveren paraları ödemek zorunda kalmıştı. O zamanlar Çağlayan’da bir de İşçi Birliği Derneği vardı ve eylem sırasında hemen işçilerin yardımına koşmuştu. Dernek, sonrasında, yerli işçilerle birlikte Suriyeli işçilerin de evi olmuştu.
Ama gel gör ki, bugün farklı dillerden işçilerin ortak eylem birliği Türkiye’de hâlâ çok cılız. Birlikte hak arama ve ortak örgütlenme çabaları da öyle. Ama Cuma ve onun gibi yüzlerce mülteci işçi bu sınıf ağına muhtaç, ortak girişimlere hazır. Geri gönderme baskısı ile ağır sömürü cenderesi arasında nefes alacakları başka bir kanal yok çünkü. Bunun hayali bile mülteciye güzel.
[1] Ercüment Akdeniz, Mülteci İşçiler, Evrensel Basım Yayın.