George W. Bush, Irak’ın işgali sırasında “Önleyici Savaş” doktrinini öne sürdü. 11 Eylül 2001 saldırısı ABD emperyalizminin dünyayı yeniden altüst etmesinin gerekçesi oldu. Doktrin şöyle diyordu; Amerika kendi güvenliğini bundan sonra sınırlarında değil, terör ve tehdidin ürediği uzak topraklarda sağlayacak.
2002’de iktidara gelen AKP, büyük bir hevesle Amerika’nın savaş arabasına binmek istedi. Neyse ki TBMM’de oylanan savaş tezkeresi kabul görmedi. Türkiye halkının savaş karşıtı mücadelesi buna engel oldu.
2010’da Tunus’ta başlayan ve Arap ülkelerini saran isyan dalgası emperyalistler eliyle rayından çıkarıldı. Tunus’ta olduğu gibi halkların elinden “çalınan devrimler” boşluk yarattı. Boşluk, ipin ucunu emperyalist güçlerin tuttuğu “vekalet savaşları” ile dolduruldu. Önleyici Savaş doktrininin yeni versiyonuydu bu ve artık sahada sadece Amerikan emperyalizmi yoktu.
ABD’nin eski güce sahip olmadığını iddia eden AKP’li kalemşorlar, özellikle Suriye iç savaşıyla birlikte yüksek sesle savaş borusu çalmaya başladılar. Türk zamanıydı artık! Geçmişten beri ısıtılıp duran “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük Türk dünyası” hayali, Yeni Osmanlıcı propaganda ile harmanlandı. Fetih, kılıç, din ritüelleri bu yayılmacı politikanın harcı yapıldı. Binecekleri savaş arabası bu kez Rus emperyalizminin olacaktı.
Oysa mevzu sınıfsaldı. Çok uluslu şirketlerle el ele büyümek isteyen Türk burjuvazisinin çıkarlarıydı. Mevzu emperyalist yağmacıların enerji ve pazar savaşlarına dahil olmaktı. Bu arada Türkiye gelir adaletsizliğinde şampiyonlar ligine yükselecek, zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum derinleşecekti.
Yandaş zevat “Başkaları Suriye’den pay kapıyor, biz neden girmeyelim” propagandası yapmaktan çekinmedi. Başkaları dedikleri emperyalistlerdi ve bu bütün suçlara ortak olmak demekti. Bu hat üzerinden dış politikasını ören AKP iktidarı, Suriye, Libya, Azerbaycan-Ermenistan çatışması, Doğu Akdeniz, Karadeniz-Ukrayna gerilimi ve Kıbrıs üzerinden pozisyon aldı.
Çete-mafya düzeni, bu yayılmacı politikanın yürüdüğü bataklıkta yeniden organize edildi. Peker itirafları ve sonrasında ortaya saçılan lağım, buz dağının sadece görünen yüzüydü. CIA dizilerini aratmayan Türk dizi filmleri eşliğinde memleketin sürüklendiği yer aslında uçurumun kenarıydı.
Bu politikanın devamı olarak; işçi emekçi eylemlerinden Gezi direnişine, demokratik üniversite mücadelesinden Kürt halkının demokratik siyaset hakkına kadar, hemen bütün toplumsal mücadele dinamikleri “iç tehdit” olarak hedefe kondu.
Kanal İstanbul talanı, Karadeniz’in yağması, Mersin’e kurulan nükleer santral, silahlanmaya ayrılan devasa kaynaklar, yandaş silah tekellerinin palazlanması vb. hadiseler “yerli ve milli” savaşın bir parçası olarak sunuldu.
Derin işsizlik ve yoksulluk, çete-mafya bağlantıları ve yolsuzluklar nedeniyle yıpranan tek adam yönetimi; eski kitle desteği ve manevra kabiliyetini yitirmiş durumda. Biden’dan telefon beklemeler ve NATO zirvesinde verilen tavizler de bunun ifadesi. AKP şimdi Amerika’nın savaş arabasına binmeye hazır. Buna göre Türkiye Afganistan’da ABD’nin ileri karakolu olacak. Erdoğan hükümeti “Bulunduğumuz her yerde NATO’nun sınırlarını koruyoruz” demeye başladı. Oysa dünyanın en büyük ve en kanlı savaş örgütü olan NATO, Rusya ya da Çin emperyalizminden daha az halkların düşmanı değil. Açık ki, NATO’nun sınırlarını korumak adına alınan her görev, Türkiye’yi yeni belaların içine sürükleyecek.
Peki ya muhalefetin durumu? Türkiye’nin “ulusal çıkarları” söylemiyle AKP’nin dış politikasına yedeklenen “yerli ve milli” burjuva muhalefet partileri, tutarlı bir antiemperyalist mücadele ortaya koyamıyor, koyamazlar. Bu zaaf, onlar bakımından, Kürt sorununun demokratik çözümü dahil, içeride tutarlı bir demokrasi mücadelesi vermelerinin önünde de engel. Dolayısıyla işçi ve emekçiler tek adam yönetimi kadar Millet İttifakı çizgisini de sorgulamak durumunda.
Bugüne kadar savaş tezkerelerine “evet” oyu veren muhalefet partileri aslında AKP’nin “güvenlik kuşağı” stratejisine de onay vermiş oldular. Bakalım Afganistan tezkeresi gündeme gelince ne yapacaklar?
AKP’nin 19 yıldır izlediği dış politika Türkiye halkı için bir güvenlik sorunu haline gelmiştir. Türkiye’nin güvenliği bunun tam zıttı bir yerden; içeride ve dışarıda işçilerin ve halkların el ele verdiği bir “barış kuşağı”ndan geçiyor. Şovenizme karşı işçi sınıfını aydınlatmak, emperyalizme karşı bölge halklarıyla ortak mücadeleyi ve kardeşliği savunmak, barış kuşağına giden yoldur.
METİN LOKUMCU İÇİN ADALET!
Doğa ve hak savunucusu Hopalı Öğretmen Metin Lokumcu, demokratik bir gösteri sırasında hayatını kaybetti. Ölümüne neden olan polislerin yargılanması için açılan davada, baroların ve derneklerin müdahillik talebi reddedildi. Dosyanın Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesi talebi de kabul edilmedi. Ara kararını açıklayan mahkeme heyeti tanık ve sanıkların duruşmaya getirilmesi talebini reddetti. Soruların dilekçeyle iletileceği, gerekirse sanıkların SEGBİS ile bağlanacağı söylendi. Avukatlar reddihakim talebinde bulundu.
Daha ne olsun!
Soma’dan Ermenek’e, Çorlu’dan Suruç’a, Metin Lokumcu davasından 10 Ekim Katliamı davasına kadar adliye koridorları “adalet” isyanıyla inliyor.
Bugün görülecek Metin Lokumcu davası duruşmasında adalet talebimizi yineliyor; Lokumcu ailesine, Hopa halkına selamlarımı iletiyorum. Dayanışma!
28 Haziran 2021
https://www.evrensel.net/yazi/88999/akpnin-guvenlik-kusagi-neyi-ortuyor