Vail El Suud’dan önce…
Alan bebeğe ağlamıştık biz.
Bizimle birlikte ağlamıştı Avrupa ve dünya.
Peki, ağladık da ne oldu?
Savaştan kaçan bebekler, onları kaçıran anneler ve babalar istedikleri topraklara sığınma hakkı mı buldu?
Şaka mı bu? Yanıt: elbette hayır!
Biz Alan bebeğe ağladıktan hemen sonra…
Ege’de daha çok savaş gemisi, Akdeniz’de daha çok Frontex gücü fink atar oldu. Karadan sonra deniz yolu da bariyerlerle doldu. Umuda yolculuğa çıkanlar, ölüm denizini aşsalar bile “Geri Kabul Anlaşması”nın beton duvarlarına çarpar oldu. İltica hakkı buharlaştı, “düzensiz göçmen” diye bir kavram uyduruldu. “Kaçak” damgası yiyen mülteciler kollarından tutulduğu gibi Türkiye’ye iade edildi. Ve bütün bunlar avro pazarlıklarının gölgesinde oldu. Her şey mültecilerin Avrupa’ya geçişini engellemek, -şey pardon- “Her şey mültecileri ölümlerden kurtarmak için(!)”
Şimdi…
Yeni bir gözyaşı anaforunda Vail El Suud’a ağlıyoruz.
Bir mezarlık bahçesinde, ince boynundan asılı çocuk, daha 9 yaşında.
Vail, 9 yıllık Suriye savaşı kadar yaşlı.
Vail, 9 yıllık Suriye göçü kadar yorgun, kırık, yaralı.
Peki, ağlıyoruz da ne oluyor?
Suriye’de savaş yeni boyut kazanırken “Güvenli Bölge” diye bir nakarat tutturuluyor. En az 1 milyon Suriyeli mültecinin bu bölgeye yerleştirileceği buyruluyor. Kimin kime kurşun sıktığının belli olmadığı bu berbat savaşa dönmek istemeyen siviller hop oturup hop kalkıyor. İş bununla da kalmıyor: İstanbul’da kimlik sorunu yaşayan mültecilerin 30 Ekim’de il dışına gönderilecekleri ilan ediliyor.
Anlayacağınız; bir yanda milyonların sınır dışı edilmesi gündemde, öte yanda şehir dışı sürgünler kapıda. Ebabil tedirginliği ile arada sıkışıp kalmış mülteciler travma üstüne travma yaşıyor. Yay gibi gerilmiş sinirler bu psikolojik atmosferde ha koptu ha kopacak. Ve küçük Vail’i ölüme (yahut intihara) sürükleyen şey, tekil bir örnek olmaktan çıkıp, kara bir hortum gibi mülteci gettolarını yalamaya başlıyor.
***
Özbek göçmen Nadira Kadirova’nın şüpheli ölümü, göçmen işçilerle bir süredir yapmakta olduğum dizi röportajların üstüne geldi.
“Suriyeliler geldi biz unutulduk” diyordu göçmenler; Afrikalısı, Türkmenistan, Özbekistan ya da Pakistanlısı sözbirliği etmişçesine aynı şeyi söylüyorlardı. Çünkü onların “Geçiçi Koruma Kimlik belgesi” bile yoktu. Eşlerinden, çocuklarından uzaktı yine birçoğu. Vize süresi kısa, çalışmak zorunda oldukları yıllar hayli uzun olduğu için “kaçak” duruma düşüyorlardı. Pasaportuna el koymuş şebekelerin, emeği kiralığa çıkaran özel istihdam bürolarının, biat etmek zorunda kaldıkları patronların “kölesi” olmuşlardı. Üstelik her türlü istismara açıklardı.
Türkiye’ye çalışmak için gelen kadın göçmenler bir kat daha kötü durumdaydı. Özellikle de bana mülakat veren Türkmen ve Özbek işçiler.
Türkmenistanlı kadınlar çocuk bakıcılığında ilk sıradaydı. Boğazın yalılarında ya da Levent’in, Sarıyer’in villalarda iş bulan Özbek ve Türkmen kadınlar kendilerini şanlı görüyorlardı. Ne var ki bu şanslı oran yüzde 5’i geçmiyordu. Zira büyük çoğunluk, daha düşük gelirli ailelere bakıcılığa gidiyordu. Kadınlar Türkiye’ye ilk geldiklerinde üçerli dörderli gruplar halinde ev tutuyorlardı. İstanbul’a gelip de ev bulmak, iş bulmak öyle kolay mı? Bu aşamada devreye komisyoncular giriyor, iş buldukları göçmen işçi kadınların ilk maaşına el koyuyorlardı. Bu durum ilk birkaç ayın açlıkla sınanması demekti. Umduğunu bulmayan kadınlar arasında otel, rezidans temizliğine yönelen, çıkmaza girdiğinde fuhşa zorlanan kadın hikayeleri de az değildi.
İşte…
Nadira’nın, bir namlunun ucundan çıkan ve daha çok bir cinayeti çağrıştıran şüpheli ölümü; yalılardan izbe otel odalarına kadar uzanan bütün bu “saklı sömürü cennetini” de ifşa etmiş oldu.
Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet gazetesinde bir yazısına rastladığım ve nazik daveti neticesinde tanışma şansı bulduğum Nalan Yazgan, bana Beyrut izlenimlerini anlattı. Böylece Beyrut ile İstanbul arasında, göçmenlerin hali ahvaline dair ilginç bir benzerliğe şahit oldum. Zira Beyrut’a bakıcı ya da hizmetçi olarak giden göçmen kadınlar içinde tuhaf bir ücret ve statü farkı varmış. Beyrut burjuvazisi içinde “Senin hizmetçin nereli, benimki şuralı” türünden kibirli muhabbetler almış yürümüş. Oradaki statü merdiveninin başında; Filipinli hizmetçi kadın çalıştıranlar oturuyormuş. Sonra Etiyopyalı ve Bangladeşli kadın çalıştıranlar geliyormuş. Bizde, boğazdan villalara uzanan bu sıralama Filipinliler, Özbekler ve Türkmenistanlılar şeklinde tezahür ediyor.
Bağlayacağım nokta şu…
AKP’li bir milletvekilinin adı ile anılan Nadira’nın şüpheli ölümü; sadece siyasal çürümenin değil, göçmen emeği (hizmetçileri) üzerinden şekillenen sınıfsal bir güç gösterisinin iğreti resmi olarak burjuvazinin duvarlarını süslüyor. Nadira’nın, AKP’li bir milletvekilinin yanında ölene dek sigortasız ve “çalışma izni olmadan” sömürüye tabi tutulması ise hem sistemin hem de AKP’nin göçmen emeğine nasıl baktığını gözler önüne seriyor.
Özetin özeti…
Timsah gözyaşlarına karnımız tok.
Bu çarpık düzenden kurtulmak için göçmen emeğinin örgütlenmesinden başka çare yok.
06 Ekim 2019