2011 yılının Nisan ayında, ilk göç kafilesi Cilvegözü sınır kapısından içeri girdiğinde sayı sadece 252 idi. Aradan neredeyse 8 yıl geçti ve resmî rakamlara göre Suriye’den gelen mülteci sayısı 3.6 milyona ulaştı. Biyometrik kaydı yapılmamış mültecilerle birlikte Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin 4 milyon civarında olduğu ifade ediliyor.
Sözü edilen veriler sadece şu an Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilere ait. Ama daha fazlası var: İçişleri Bakanlığı verilerine göre 300 binden fazla mülteci Suriye’ye geri gönderildi ya da kendisi gitti. Ayrıca Türkiye’de kalmayıp başka ülkelere geçenlerin sayısıyla birlikte düşünüldüğünde bu rakamın 5 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Elbette Türkiye’de yaşayan ya da yaşamak zorunda kalan mülteciler Suriyelilerle de sınırlı değil. Afganistan’dan İran’a, Sudan’dan Kongo’ya, Gürcistan’dan Özbekistan’a kadar uzanan 1 ile 1.5 milyon arasında bir göçmen/mülteci nüfusunu da bu sayıya dâhil etmek gerekiyor. Ki Suriyeliler dışındaki bu sayı bile kendi başına devasa bir rakam.
Türkiye’deki mülteci nüfusun demografik yapısını anlamak için kamplar ile şehirler arasındaki nüfus dengesine bakmak gerek. Zira kamplardaki rakam 260 binlerden 140 binlere gerilerken şehirlerdeki rakam da paralel biçimde artış gösterdi. Yani Suriyeliler ve onlarla birlikte diğer halklardan göçmen ve mülteciler, öncesine göre daha çok kentlerin içlerine yerleşmiş durumda. Öyle ki Antep, Kilis, Urfa, Hatay gibi Suriye’ye sınır kentlerde, şehir nüfusuna yakın ya da onu zorlayan sayısal oranlardan söz etmek mümkün. İstanbul ise bir ‘mega kent’ olarak 1 milyon civarındaki mülteci/göçmen nüfusuyla bambaşka bir realite ile karşı karşıya.
YEREL YÖNETİM ANLAYIŞI ‘GEÇİCİ’LİK ÜZERİNE KURULU
Türkiye, Suriye savaşı süresince (daha çok başlarda) “açık kapı” politikası uyguladı. Bunda savaşın çok erken zamanda biteceği ve Esad rejimi devrildikten sonra Suriyeli mültecilerin hemen ülkelerine dönecekleri fikri vardı, ama gelişmeler hiç de öyle olmadı: Sekizinci yılında 4 milyon Suriyeli, uluslararası bir hak olan mülteci statüsünden mahrum kaldı.
BM’nin ve AB’nin aymazlığı, daha doğrusu ‘göçü Türkiye topraklarında durdurma ve hapsetme’ politikası, beraberinde Türkiye ile imzalanan “Geri Kabul” anlaşmasını getirdi. Bu yeni durum Türkiye’deki mültecilerin de facto bir biçimde, üstelik göçün neredeyse 5. yılında “Geçici Koruma” altına alınmasına yol açtı. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, tüm yetkilerini İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi’ne bırakırken, mültecilerin uluslararası koruma altına alınması hakkı hepten hayal oldu. “Geçici Koruma” kanunu ve uygulaması ile sığınmacılar Türkiye’de adeta yarı açık cezaevinde sıkışıp kaldı, böylece “geçicilik” durumu tamamen kalıcı hale getirildi.
Bütün bu gelişmeler, irili ufaklı kentlere dağılmış mültecilere, kalıcı değil geçici gözle bakılmasına yol açtı. Merkezi iktidarda vücut bulan bu sakat bakış açısı, yerel yönetimlerde de kendini gösterdi. Kısacası, söz konusu mülteciler olduğunda, Türkiye’deki yerel yönetimler soruna hep göstermelik projeler ve palyatif tedbirlerle yaklaştı.
BİR KENTİN NÜFUSU, ORADA YAŞAYAN VATANDAŞLARLA ÖLÇÜLEBİLİR Mİ?
Merkezi iktidarın mültecilere bakışındaki en problemli yaklaşımlarından birini bütçe politikası oluşturuyor. Öyle ki siyasal iktidar yerel yönetim ödeneklerini o kentte yaşayan insanların bütününe değil, il sınırları içinde yaşayan TC vatandaşlarının sayısına göre belirliyor, dağıtıyor. Suriyeliler ya da kentte yaşayan diğer mülteciler dikkate alınmadığı için örneğin Antep, Urfa, Kilis gibi kentlerde neredeyse bir insana ayrılan bütçeyi o ilin belediyesi, iki insana hizmet biçiminde bölmek zorunda kalıyor.
Propaganda alanında bolca “ensar-muhacir” ya da “ev sahibi-misafir” söylemine sarılan AKP iktidarı, iş bütçeye geldiğinde insan odaklı düşünmek yerine vatandaş (ya da ev sahibi) odaklı bir bütçe dağılımını esas alıyor. Bu da hem hizmette hem sosyal yardımda eşitlik ilkesini ayaklar altına alıyor.
ÇÖKMEYE YÜZ TUTMUŞ BİNALAR, İZBE BODRUMLAR HEP MÜLTECİLER İÇİN
Her defasında deprem korkuluğu sallandırılarak ısıtılan “kentsel dönüşüm” büyük bir hızla uygulamaya geçti. Elbette başta İstanbul’da olmak üzere yorgun, sakat ve çürümüş yapıların yıkılarak yerinde inşa edilmesi bir zorunluluk. Fakat hükümet, ilgili bakanlıklar bunu meslek örgütleri ve konunun uzmanı odalarla birlikte ele almak yerine tam tersini yaptı. Onlar inşaat baronlarını ve demir-çelik-çimento tekellerini dinlediler. Yetmedi, yıkılmaya yüz tutmuş binlerce apartmanı, konutu “İmar Barışı Affı” kapsamına aldılar. Kartal’da çöken sekiz katlı apartman, uyarıların ne denli yaşamsal olduğunu kanıtladı ve maalesef onlarca insanımız enkaza dönen binanın altında can verdi.
Kritik soru şu: Yıkılmaya yüz tutmuş binalarda, izbe bodrumlarda daha çok kimler yaşıyor?
Elbette memleketin yoksul insanları, işçiler ve emekçiler. Fakat biliyoruz ki kentlerin demografik yapılarıyla birlikte mahalle ve binaların sakinleri de sürekli biçimde yüz değiştiriyorlar.
İstanbul’u ele alalım: Şehir, 90’lı yıllardan itibaren işsizlik, yoksulluk ve daha çok bölgede yaşanan çatışmalı ortam nedeniyle Kürtlerin göçüne tanık oldu. İstanbul’un metruk binaları, karanlık odaları, hatta “kömürlük” diye kullanılan bodrum katları bile Kürt yoksullarına kiralandı. Şimdilerde tablo daha değişik. Zira artık Kürtlerle birlikte ve onlardan da çok Suriyeli, Afgan ya da diğer halklardan mülteciler o köhne binaları doldurdu.
Bugün İstanbul’da en az 1 milyon mültecinin barınma ve konut sorunu kalıcı ve güvenli bir çözüm bekliyor. Ama bu konuda bırakalım bir stratejiyi, göstermelik bir yapılaşma bile söz konusu değil. Yani hükümetin, belediyelerin gündeminde mülteciler için barınma alanları, yapıları bugün için yok. Öte yandan her biri birer saatli bomba haline gelen çürümüş binalar ise yine daha çok onlara kiralanıyor. Bu durumda yaşanacak toplu ölümlerin sorumluluğu da, vebali de siyasi iktidarla birlikte ilgili yerel yönetimlerin omuzlarında olacak.
BİR ARADA YAŞAM İÇİN
Göç olgusu, kapitalizme özgü çarpık kentleşme ve sosyal çelişkilerden ötürü gettolaşmayı da beraberinde getiriyor. Suriye savaşı sonrası yaşanan göç de böylesi bir zeminin üzerine geldi ve gettolaşmayı daha da perçinledi.
BM desteği dâhil, her türlü sosyal destek, eğitim ve hazırlık programlarından yoksun kalan milyonlarca mülteci, kentlerin içlerine düzensiz biçimde göç etmek zorunda kaldılar. Bu durum, ister istemez yerleşik nüfus ile sonradan gelen mülteci/göçmen topluluklar arasında sosyal problemlere, çatışmalara yol açtı/açıyor. Çünkü “entegrasyona” hazırlanması gereken bir diğer nüfus da yerleşik topluluklardı. Süreç böyle işlemeyince; katı bir içe kapanma ve herkesin kendi mahallesine kapandığı keskin bir gettolaşma kendini gösterdi. Bu mekânsal tablonun kendisi, mültecilere karşı oluşan ön yargı ve düşmanlıkları daha da artırdı.
Oysa savaş, hastalık ya da kıtlık nedeniyle yaşanan kitlesel göçlerde; hem göç eden toplulukların, hem de göçmenlerle birlikte yaşayacak yerleşik toplulukların karşılıklı uyumu ve entegrasyonu esas alınmalıydı. Bu gereklik, kentlerin yeniden inşasından, toplumsal hayatın yerel yönetimler eliyle yeniden düzenlemesine kadar bir dizi tedbir ve altyapıyı zorunlu kılıyor. Ne var ki neo-Osmanlıcı iktidar birtakım dini ideolojik referanslar ileri sürerek; hem bir tebaa olarak gördüğü mültecilere hem de ülke vatandaşlarına “ümmet kardeşliği” ve “dinsel hoşgörü” dışında bir çözüm modeli öneremiyor. Burjuva muhalefet partileri ise, “geri gönderme”yi gettolaşmadan ve mültecilerin getirdiği her türlü melanetten kurtuluş reçetesi olarak sundukları için, “bir arada yaşam” üzerine tartışmaya dahi yanaşmıyorlar. Hiç şüphe yok ki bu yaklaşım, mülteci toplulukları (ekonomik, sosyal birçok konuda iktidardan şikâyetçi oldukları halde) her defasında AKP’nin kollarına itiyor.
ÇALIŞMA HAYATINDA MÜLTECİLER VE YEREL YÖNETİMLER
Türkiye’ye sığınan 4 milyon mültecinin 1.5 milyon kadarı işçi, ya da işçileşmek zorunda kaldı. Üstelik bunların ezici çoğunluğu kayıt dışı çalışıyor, daha doğrusu sömürülüyorlar. Tıpkı mültecilerin oturdukları evler gibi, çalıştıkları fabrika ve işyerleri de insan sağlığı ve can güvenliği açısından büyük tehlikeler barındırıyor.
Örneklere bakalım: İstanbul Çağlayan’da geçen yılın sonlarında çıkan yangında, normalde sadece 70 kişinin yaşayabileceği bir apartmandan çoğunluğu mülteci 500 işçi çıkarıldı! Bu işçilerin 200 kadarı dumandan etkilenmişti ve onları tahliye edecek bir yangın merdiveni yoktu. Üstelik işçilerin bir bölümü geceleri atölyelerde kalıyordu.
2019’un ilk facia haberlerinden biri İstanbul Bayrampaşa’dan geldi: Gece işyerinde kalan üç işçi, soba dumanından zehirlenerek hayatını kaybetti
Benzer bir garabet Ankara Siteler’de yaşandı. Çıkan yangında 5 Suriyeli işçi can verdi. Mobilyacılar ve Lateks Odası Başkanı yangın sonrası yaptığı açıklamada, Siteler’de 15 bin atölye ve 100 bin işçi olduğu halde bir tek yangın tahliye merdiveninin olmadığını açıkladı!
Açık ki göç, merdiven altı üretimle birlikte merdiven altı yangınları da büyütüyor. Peki, elle tutulur bir denetim ya da yaptırım söz konusu mu? Elbette değil.
Çalışma Bakanlığı başta olmak üzere, işçi sağlığı ve iş güvenliği denetimlerinde hükümetin ve devlet kurumlarının açık sorumluluğu var. Fakat yerel yönetimler de belli ölçüde bu yaşananlarda pay sahibi. Çünkü sağlıksız atölyelerin, merdivensiz sanayi sitelerinin ruhsatını işyeri sahiplerine belediyeler veriyor. Site ve atölyelerin havalandırmadan yoksun oluşu, atölyelerin içinde uçucu, yanıcı, patlayıcı malzemelerin bulunuşu, atölyelerden bozma “bekâr odaları”nın göz göre göre kiraya verilmesi… Bütün bunlar, yerel yönetimlerin de müdahalede bulunabileceği, en azından ruhsat iptal etmeye kadar uzanabilecek konular. Ama asıl gaye amansız ve kuralsız sermaye birikimi olunca, merkezi iktidarlar kadar yerel yönetimler de patronların arkasında saf tutuyor. Bu nedenle işçi sınıfı ve onun bir parçası olan mülteci işçilerin vahşi sömürü koşullarını ve insanlık dışı çalışma mekânlarını çoğunlukla umursamıyorlar. Çukurova başta olmak üzere, yüz binlerce mevsimlik tarım işçisinin hâlâ kamyon kasalarında ve berbat servis araçlarında taşınması; pis dere yataklarında naylon çadırlarda yaşamak zorunda kalmaları da yerel yönetimlerin sorumluluğundan azade değil.
HALKÇI DEMOKRATİK BELEDİYE MÜLTECİLER İÇİN DE LAZIM
Sonuç itibarıyla yerleşik-göçmen ya da vatandaş-mülteci ayrımı yapmadan, kentte yaşayan bütün emekçi sınıfların, bütün yoksulların ortak hak mücadelesinde birleşmeleri gerek. Bu kötü gidişatı durdurmanın, tersine çevirmenin de başka bir çaresi yok.
Bir kenti bir avuç zengin zümre ne kadar yönetmeye muktedir ise; en az onlar kadar emekçiler de yönetebilirdir. Ama bunun için öncelikle halkı dışlayan bürokratik yönetim mekanizmalarını bir kenara itecek doğrudan temsiliyete, halk meclislerine ihtiyaç var. Ki buna halkçı demokratik yerel yönetim anlayışı diyoruz. Mülteciler ve göçmenler ise elbette böylesi bir yerel yönetim mekanizmasının asli unsurlarıdırlar: Diğer emekçi sınıflar ve halk tabakaları ile birlikte karar alıcılar arasında sayılmak durumundadırlar.