Yirminci yüzyıl, iki büyük emperyalist paylaşım savaşına, en büyük boğazlaşmalara ev sahipliği yaparak milyonlarca insanın ölümüne sahne oldu. Nazi toplama kampları, İtalya’da Kara Gömlekliler’in linç eylemleri, pogromlarla birlikte gelen sürgün ve kitlesel göçler de cabası.
Tekellerin rekabeti barut ve kanla yoğrulduğu zamanlar karanlığın en dip yaptığı zamanlardı. Dönemin birçok düşünürü, yazar ve akademisyeni “kaos” ya da “belirsizlik” kuramlarına kapılarak umutsuzluk bulutlarını büyüttü. Avrupa’da faşizmin egemen olduğu, bununla birlikte Hitler, Mussolini ve hempalarının insanlığa meydan okuduğu İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise kara bulutlar neredeyse tüm göğü sarmıştı.
Bu zorlu yıllar boyunca Avrupa’yı lanetleyen, 20. yüzyılı bir “felaketler yüzyılı” olarak tarih sayfalarına yazan aydınların en büyük açmazı, bütün bu zulüm ve debdebe içinde dipten gelen dalgayı görmemiş, görememiş olmalarıydı. Zira tekellerin savaşı kapitalist ekonomik buhranın, üretim anarşinin bir tezahürüydü ve üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki, verili durumda, toplumsal devrimleri ve kurtuluş hareketlerini mayalamaktaydı. 1917 Sovyet Ekim Devrimi karanlığın sabaha en yakın anında gelmişti örneğin! 1945’te Avrupa’da faşizm yenildi ve bir dizi ülkede halk demokrasileri ilan edildi. Kızılordu ve halkların antifaşist direnişi kara bulutları dağıtmıştı nihayet. Zafer günlerini göremeyen ve “felaketler çağına” katlanamadığı için intiharı seçen hümanist yazar ve aydınların hikâyesi oldukça dramatikti. Liberal hümanizma ve naiflik, faşist barbarlığı, kapitalist vahşeti, felaketleri dize getirecek ve geleceği inşa edecek toplumsal düzen tahayyülünün kaçınılmaz geleceğini ıskalamıştı. Ne yazık! Çünkü onlar bilimsel sosyalizmin, tarihsel materyalizmin ve diyalektiğin ışığına ulaşamamışlardı.
Felaketler çağı olarak anılan 20’nci yüzyılın en büyük kırımlarından biri de 1918-19 İspanyol gribi salgınıydı. Tarihçiler bu dönemde 50 ile 80 milyon arasında insanın salgın nedeniyle öldüğünü kayıt düşerler. Savaşlar gibi salgın ve hastalıklar da kitlesel göçlerin başlıca nedenleri arasındaydı.
Tarihin trajik bir cilvesi olsa gerek: Feodal döneme has “imparatorluklar çağı”, göçü, yerli halkları toprağından etme, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el koyma, köle emeği transferiyle medeniyetler inşa etme yöntemi olarak kullanırken; Afrika, Hindistan ve Latin Amerika’dan merkez Avrupa ve Kuzey Amerika’ya uzanan bir göç hattı oluşturmuştu. Azınlığın ve sarayların saltanatı, milyonların esaret ve cefası olarak zuhur bulmuştu. Böyle olduğu halde dönemin romantik sanatçı ve yazarları bu yılları Avrupa adına “gönenç yılları” olarak selamlıyordu!
İkinci Dünya Savaşı yılları ve Avrupa’da faşizmin egemen olduğu dönemde tersine bir göç yaşandı! Eski sömürgelerin toprakları bu kez Avrupa faşizminden milyonlar halinde kaçan mültecilerin sığınağı olmuştu.
Faşizmin yenilgisi Avrupa dışına dağılan yahut kaçmak zorunda kalan toplulukların kaderinin de tartışıldığı umut var bir politik ortam sağladı. Kapitalist Avrupa’yı yeniden ayağa kaldırmak isteyen çoğunluğu sosyal demokrat burjuva akımlarla faşizmin sonunun gelmesinde öncü role sahip sosyalist akım ve güçler arasında, bu kritik anda, sıkı bir mücadele yaşanacaktı. Bu karşıt mücadele bir dizi ortak mutabakat ve uzlaşmayı da beraberinde getirecekti. Cenevre’de 1951 yılında Birleşmiş Milletler tarafından imzalanan Mülteciler Sözleşmesini bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Faşizmden ve savaştan dolayı Avrupa’dan kaçan ya da Avrupa içinde yer değiştiren toplulukların haklarını tanımlamak üzere yürütülen tartışmalar neticesinde varılan bir mutabakattı Mülteciler Sözleşmesi. Eksik yanları vardı elbette. Fakat evrensel mülteci haklarının tanınması ve BM üyesi devletlerin bu sözleşmeye imza atarak kendilerini bağlayıcı hale getirmeleri önemli bir tarihsel eşikti. Öyle ya da böyle insanlık yeni bir koruyucu kültür ile karşı karşıyaydı: yerinden edilenlerin uluslararası koruma altına alınması kültürü.
Almanya başta olmak üzere merkez kapitalist ülkeler bu sözleşmeyi kapitalist kalkınmanın bir temeli yapmak için kolları sıvadılar. Avrupa göçe “kucak açarak” genç emek ihtiyacını karşılayacaktı. Elbette bunu yaparken sözleşmede yer alan sosyal koruyucu hükümler çiğnenemezdi. Ta ki dünya üzerinde politik ve sınıfsal dengeler değişene kadar.
Revizyonist SSCB’nin dağılma sürecinde kapitalist devletler “sosyal devlet” kazanımlarını süratle tasfiye etmeye başlamışlardı. Uluslararası işçi hareketinin gerilemesi ve sosyalist blokun eski baskı gücünün kalmayışı BM kapsamında imzalanan Mülteciler Sözleşmesi’nin kazanımlarını da kapitalistler için “lüks” hale getiriyordu. Mülteciler ve mülteci hakları, ekonomik maliyet hesabı göze batırılarak, devletlerin sırtında birer kambur olarak ilan edildi. Mülteci haklarına karşı savaş başlamıştı artık! Üstelik “mülteci akını”, “göç akınları” olarak lanetlenen kitleler felaketler zincirinin kurbanları değil birer devamı, parçası olarak damgalanacaklardı. Sınırlarda mültecilere karşı kale duvarları yükselirken, kale içinde kalan halklar ise “korku iklimi”nin içine çekilecek ve mülteci düşmanlığı üzerinden şovenizm saflarına çağrılacaklardı. Mültecileri, korku kitleleri ya da emek dünyasında bir rekabet gücü olarak lanse eden burjuva propaganda, “yabancılara” yönelik ırkçı saldırıların önünü açtı. Ankara’nın Altındağ ilçesinde Suriyeli mültecilere yönelen linç saldırılarını da bu kapsamda görmek gerekir. Milenyum çağının yükselen partileri, liberal ütopyaların aksine mülteci düşmanlığını köpürten şoven-sermaye partileriydi.
2000 yılında havai fişeklerle ilan edilen “milenyum çağı” felaketler ve melanetler çağının geride kaldığını muştuluyordu. Kara propaganda 20. yüzyılın bir savaşlar yüzyılı olduğu dile getirerek faşizm ile sosyalizmi eşitliyor, işçi ve halk devrimlerini de felaketler kategorisinin içine yerleştiriyordu. Milenyum kültürü devrimlere bir daha zinhar yer olmayan bireylerin özgürlük kültürüne dayanıyordu. İletişim ve teknoloji her şeydi. Özgürlük kendini kapitalizmin sanal dünyasına bırakmalıydı. İçi bomboş reklamlarla sunulan bu vizyon, ekonomik yoksulluğun, savaşın, açlığın, hatta kuraklık ve doğanın yıkımının geride kalacağını söylüyordu.
Çok değil 21 yıl içinde yani 21. yüzyılın daha ilk çeyreği tamamlanmadan bütün milenyum zırvalıkları çöp oldu! Üstüne üstlük pandemi kıtaları yıktı geçti. İlaç tekelleri yüzünden milyonlarca insan canından oldu. Kapitalist endüstriyel pratiğin de yol verdiği küresel sıcaklık yerküreyi hızla çölleştirdi. Orman yangınları, seller ve depremler yine yoksulları vurdu. Ekonomik krizin de etkileriyle birlikte kıtalar arası göçler hızlandı.
Kapitalizmin insanlığa sunduğu cilalı “milenyum” paketinin içinden 80 milyon mülteci çıktı. Bu tarihsel bir rekordu. Son Afganistan kriziyle birlikte ivmenin hızla yukarı çıkacağı öngörülüyor. Emperyalizmin bırakalım göçlerin kaynaklarını kurutmayı bilakis göç üreten bir sistem olduğu bir kez ve daha güçlü şekilde tescillendi.
Bir yanda felaketler ve ona bağlı göç dağlarının büyümesi diğer yanda göçmen emeğine duyulan ihtiyaç. Kapitalizm bu olgudan hareketle “yeni göç rejimi”nin temellerini attı. Artık insanlık 20. yüzyılın alışılageldik kültürel kodlarıyla düşünmek zorunda değildi! Mülteci hakları da diğer kambur kalıntılar gibi yok sayılmalıydı!
Yeni göç rejiminde statü hakkı tarihe karışacaktı. Pakistan ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi mülteciler, mülteci hakları ilga edilmiş insanlar olarak on yıllarca “misafir” statüsünde tutulacaktı. AB başta olmak üzere merkez kapitalist devletler dünyanın birçok bölgesinde “göçmen depoları” oluşturacaktı. Türkiye yürüttüğü mülteci pazarlıklarıyla bu konuda öncü model ülke haline gelmişti. Son AB Göç ve İltica Paktı’nda da kararlaştırıldığı üzere; “Mültecilerin Avrupa’ya maliyeti pahalıydı. Bu yüzden mülteciler kapı dışında bırakılacak ve yerine geçici sözleşmelerle çalıştırılan göçmen işçiler alınacaktı.
Yeni göç rejiminde mültecilere karşı adı konmamış savaşlar vardı. Göç ve göçmen topluluklar devletlerin birbirlerini baskılamak üzere kullandıkları bir enstrümana dönüşecekti. Bir insanlık suçu olan push back (geri itme) zulmünün karşılığı push forward ileri itme olacaktı. Ki Yunanistan-Türkiye sınırında yaşanan Pazarkule olayları mültecilerin şiddetle ezilmesinin en tipik örneklerinden biri haline gelmişti.
Yeni göç rejiminde mültecilere karşı sınır güvenliği akıl almaz boyutlara ulaşacaktı. Hem de çok kısa zamanda! Termal kameralar, deniz üzerinde yüzen bariyerler, arama-“batırma” filoları, kulak sağır eden sirenler, göz yaşartıcı bombalar, gözetleme kuleleri vs. vs. Muharebe hazırlıklarını andıran bütün bu hazırlıklar, göçmen toplulukları, savaşılması gereken düşman ordular olarak yeni kültürün içine yerleştirecekti. Sınır güvenliğinin kazananları ise inşaat, silah, demir-çelik, çimento vb şirketler olacaktı.
Ve nihayet yeni göç rejiminde emek, göç ivmesinin tavan yapmasıyla kapitalizm için yeni transfer kanalları açacaktı. Bir felaket ne kadar da çok hayırlara vesileydi! Uluslararası göçmen kaçakçıları ile uluslararası sermaye, gayr-ı resmi taşıma hatları oluşturarak uluslararası boyuta sahip devasa bir ucuz emek borsası yaratacaklardı. Göçmen emekçinin daha evinden yola çıkmadan nerede çalışacağı, nasıl alınıp satılacağı yahut kiralanacağı whatsap gruplarında, facebook ve instagram hesaplarında servise çıkarılacaktı. Bir tuşa basmak yeterdi! Bu stratejinin tamamlayanı ise AB Göç ve İltica Paktı’nda olduğu üzere göçmen emek transferinin 1951 Sözleşmesi’ni rafa kaldıran, sözleşmede delikler açan ikili antlaşmalar olacaktı.
Sonuç olarak, işçi sınıfının değiştirici gücü ve sosyalizme dair prestijin eskisi kadar etkili olmadığı bugünkü görece durumda, düşün-kültür dünyası kapılarını her zamankinde çok kaos ve belirsizliklere açıyor. Dünya üzerindeki göç hareketlerini, göçmen emeğinin küresel devinimi uluslararası işçi sınıfının bir parçası olarak değişim ve karşılıklı etkileşimin bir hikayesi olarak okuyamayan bu düşün yöntemi, göçün içinde mayalanan devrimci birikimi görmüyor.
Bugün Türkiye’de yaşayan 5 milyon kadar mülteci ve göçmenin ana kitlesi işçiler ya da işçileşen insalar oluşturuyor. Onlar Türkiye işçi sınıfının bir parçası haline geldi. Dünya üzerinde 270 milyon göçmenin 164 milyonu yine işçi! Bu muazzam bir proleter gücü temsil eder. Küresel iklim değişikliğinden savaş ve çatışmalara göçü tetikleyen her etmen bu proleter kitleyi büyütüyor. Felaketlerden kurtulacaksak eğer, göçmen işçilerle omuz omuza vererek kurtulacağız. Yoksa göçmenleri bize bir “felaket” olarak sunan kapitalizm cümlemizi kırmaya, açlık koşullarında sömürmeye, felaketimiz olmaya devam edecek.